HAFTANIN KİTABI


 

Nobel Edebiyat Ödüllü yazar John Steinbeck, Ay Battı romanıyla Nazi işgali altındaki ülkelerde direnişin simgesi haline gelmiştir. İşgale uğrayan küçük kasabının zamanla direnişin merkezi haline geldiğini ve işgalcilerin psikolijik durumlarını bu muhteşem romanından gözler önüne seren Steinbeck, asıl tutsağın kasaba halkı değil işgalciler olduğunu okuyucularına aktarmıştır.

   Divit Atölyesi Baş Üstü Romanı Ay Battı'dan bir alıntı yaparak bu simge romanı okumanızı tavsiye eder...

  “Özgür insanlar savaş çıkaramazlar ama savaş çıkmıssa, yenilseler bile savaşa devam ederler. Bu yüzden küçük çatışmaları sürü zihniyetli halklar, savaşları da özgür insanlar kazanır.”


İNSANLAR KUŞ OLUP UÇAR MI?


      

  Gökyüzüne her baktığınızda gördüğünüz, görmediğinizde ise arzuladığınız benim. Balkonunuzun demirlerine ayaklarımı koyduğumda, pencerenin arkasında soğuk kış günü izlediğiniz o canlıyım.


   Geçenlerde yaşlı bir teyzenin balkonuna usulca kondum. Üst komşunun sofrasından serpilen ekmek kırıntıları idi yerde duranlar. Karnımı doyurmak için yeterliydi. Zamanla alışkanlık yaptı o balkon bende.Kanatlarım hep o yöne çırptı kendini.Dikkatlice süzdüm evin en büyük odasını.İçeride saçlarının beyazı, kızıllığı ile karışmış bir teyze duruyordu. Evlendiği yıllardan kalma bir koltuğun üstünde, başını yukarı doğru kaldırmış duvardaki resimlere bakıyordu. Resimlerden anladığım kadarıyla teyzenin oğulları onlar. Hık demiş burnundan düşmüş çocuklar. Bir de bıyıkları ile cümle aleme meydan okuyan yaşlı bir amcanın resmi. Kocasıdır kocası eminim .Yoksa böyle aşk ile bakmazdı ona.Pala bıyıklı amcamız yıllar önce göç eylemiş olmalı buralardan. Cam kenarında yağmur damlalarını tek başına izliyordu yaşlı teyzemiz.Anlaşılan kocasıyla ve çocuklarıyla geçirdiği günleri yad ediyordu. Elinde çayı, sırtında hırkası, iplikli gözlüğü ile  o soğuk kış günlerinde geçmişin yazlarını hayal ediyordu.



    Alışkanlık yaptı teyzenin balkonu. Ne ben onu bıraktım, ne o beni bırakabildi. Ben onu dinledim, o beni izledi. Başkasına benzemiyordu. Üzerine sıçtığım zaman gidip piyango bileti alanlardan değildi o. Beni dostu bildi, bende onu. Bazı insanlar için kuşların umut kaynağı olduğunu bilirdim ama nereden bileyim yolunu beklediği insanları kuşa benzetip, beni o denli seveceğini. Balkonuna hergün konduğum için  bana ait bir kap oluşturdu, barınak yaptı. İsminide öğrendin. “Özledin mi Neriman Teyzeni?” diyordu bana. Suyum-ekmeğim Neriman teyzenin balkonunda dururdu öylece. Ben kana kana içerdim, o ise doya doya seyrederdi beni. Cankurtaranda, müstakil evinde tek başına yaşayan Neriman teyzenin evi  Sirkeci-Haliç-Eminönü derken hep son durağım oldu….



    Oğullarının ikisi yurt dışında biri de Ankara’da eşi ve üç yaşındaki oğluyla yaşıyordu. “Bir kuş olup uçasım var tıpkı senin gibi,” derdi içini çeke çeke, kirpikleri ıslanarak. Kanatlarımı veresim gelirdi o öyle deyince. Günler geçti aramızdaki bağ gittikçe kuvvetlendi. Sonra beni okşamasına izin verdim. Başıma dokunsun…



      Oğullarından biri hayırsızmış onun dediğine göre. Gelinini hiç mi hiç sevmiyor. Kız, kaynana istemiyormuş evinde. Neriman teyze başka kadınlara benzemez gelin hanım. Ben çok evin balkonuna kondum bu Sirkeci-Halkalı tren hattında. Ne çok kaynana gördüm nemrut gibi. Gelinine kök söktüren, illahlah ettiren...  Ama bu kadın pamuk gibi pamuk.  İnsan nasıl istemez ki Neriman Teyzeyi. En çokta hayırsız oğlunu özlüyordu, en çok ona kızdığı gibi. Torunu da burnunda tütüyordu. ‘’Bu kız oğlumu elimden aldı,’’ deyip duruyordu.“Dokuz ay karnında taşı,el kızı yüzünden öz oğlunun evine gireme. Olacak şey mi?’’diyordu. Dinledim, dinledim, sadece dinledim. Neriman’ım da izledi beni. Bana bu kadar umutla bakması, baktığında yolunu gözlediği insanları görmesi, kanatlarımı çırpmama neden oluyordu. “Bu 2 ayaklı yürüyen canlılara, insanlara güven olmaz,” diyordum önceleri. Neriman’ımdan sonra vazgeçtim bu düşüncemden. İnsanlardan neler çektiğimizi bir bilseniz… Gökyüzünün dili olsa da konuşsa benim gibi. Anlatır size neler çektiğimizi. Gökyüzü bizimdi ama insanların gökyüzünü nasıl çaldığını bir görseniz...

    Pazar günü alışkanlık yaptığım Neriman teyzenin balkonuna kondum. Ne suyum var, ne ekmeğim. Keskin gözlerimle baktım içeriye ne Neriman’ım var ne  de bir hareketlilik. Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe derken ne Neriman’ımı görebildim ne de evde daha önceleri olan hareketliliği. Cuma günü ise diğer günlerden farklıydı. Perdeler açılmıştı. Genç bir kız elinde tepsi ile  koltukta ağlamaklı oturanlara bir şeyler dağıtmaktaydı. Neriman’ımın üç oğlu, gelini, akrabaları içerdeydi. Torunu koşuyordu. Neriman’dan haber beklemekte kararlıydım. Tüm gün bekledim ve sonunda oğlu balkonda telefonla konuşurken duydum. Neriman’ıma geldiğim son günün akşamı , bana kuş olmak istediğini söylediği o gün hakka yürümüş. Şimdi ise nerede olduğunu öğrendim. En iyisi Karacaahmet’e kanat çırpayım, orada arayayım Neriman’ımı. Artık balkonunda değil mezar taşında dertleşeceğim onunla. İnsanlar kuş olup uçar mı bilemem  ama sevdiklerini kuş gibi beklemeyeceklerinden eminim.


Çivi Kemal



EYLÜL YAĞMURU

                            

Eylül sonlarıydı. İşten yorgun argın eve gelmiş ve hemen kanepeye uzanmıştım. Orada uyuyakalmışım. Uyandığımda boynum tutulmuş ve her tarafım ağrıyordu, ayaklarım uyuşmuştu. Canımın sıkıldığını hissetmiştim. Saat 9 civarıydı ve hava çoktan kararmıştı. Dışarıyı gözetlemek için yattığım yerden kalkarak balkona doğru yöneldim. Çam ağacından yapılmış balkon kapısının oldukça üşümüş demir koluna bastırarak kapıyı dışarıya doğru itekledim.  O sırada insanı ürperten hafiften bir rüzgâr ve ona eşlik eden eylül yağmurunu hissettim. Bu havaları, beni hep derin düşüncelerin ortasına atıp orada dakikalarca, hatta saatlerce oyaladığı için çok seviyorum. Bana tanımlayamadığım ilginç duygular ve ilginç hazlar yaşatabiliyor. Yine havanın etkisinde düşüncelere dalmak üzereyken birkaç gencin kahkahalarıyla irkildim. Konuşmalarına kulak kesmiştim. Sanırım sinemadan çıkmışlardı ve bir komedi filmi seyretmişlerdi. Birbirlerine filmdeki sahneleri ve esprileri söyleyip tekrar tekrar gülüyorlardı. O sırada sokaktan geçen diğer insanları fark ettim. Hepsi birbirine benziyordu. İçlerinden birisi ilgimi çekmişti. Sanırım mavi üzerine bordo çizgili fötr şapkası ve elinde bir şemsiyesi vardı. Upuzun saçları sanki eylül yağmuru ve rüzgârın, birlikte yönettiği bir müzikalde başroldeydi. Bir müddet onu seyrettim.

Balkonumda üzerinde Camel paketi, şekli kaplumbağayı andıran bir çakmak ve bir küllük bulunan küçücük masamın yanındaki gürgen sandalyemde oturuyorum. Rengini çok sevdiğim Camel paketinden bir sigara çıkarttım ve yaktım. Lambaların aydınlattığı sokağı seyretmeye devam ettim. Sokak adeta sırılsıklam âşık olmuştu eylül yağmuruna. O an dışarı çıkmak yağmuru ve rüzgârı daha iyi hissetmek istedim. Hem bir kafede çay içer, can sıkıntımı geçirebilirdim. Sigaramı söndürüp hazırlanmak için içeriye girdim.

Her adımımda şapır şapır sesler çıkartarak sarı lambaların aydınlattığı Arnavut kaldırımlı samimi görüntüsü olduğunu düşündüğüm Küçükbey sokağında yürüyorum. Bir yandan her iki yanımda farklı konsepteki dükkânlara bakınıyorum; bir yandan da yağmur, rüzgâr ve adımlarımın çıkardığı müthiş müzik şölenini dinliyorum. Yağmur iyiden iyiye ıslattı beni. Kaşlarımdan, yanaklarımdan, şakalarımdan ve dudağımın kenarlarından süzülen damlacıklar çenemde birleşerek Arnavut kaldırımlarına damlıyor. Üzerime siyah yağmurluğumu giydim fakat eylül yağmurunu daha iyi hissedebilmek için başımı örtmedim. Hem rüzgârın hafif uzun saçlarımı dalgalandırmasından da çok hoşlanıyordum.

Gökkuşağı sokağındayım. Bu sokaktaki yolda farklı büyüklükteki taşlar hiç de geometrik olmayacak şekilde tasarlanmış. Sanırım adını sokakta bulunan farklı renklerdeki mağaza, dükkân, kafe tabelaları; sokağı aydınlatan iki bina arasına çekilmiş peş peşe dizili iplerden sarkan şemsiye, ay, yaprak, ayakkabı, bal kabağı vb. şekillerdeki lambalardan almış. Bu muhitte, İncirli’de en sevdiğim yer burası. Daha sokağın başındayım ve sokağın sonundaki en sevdiğim kafe olan Yeşil kafede bir çay içmeye karar verdim. Etrafıma bakınarak yürümeye devam ettim. El Sanatları ve Hediyelik Eşya Mağazası’nın önünde Mağazanın sahibi Kader Hanım ile birlikte sohbet eden Eda ve Ahmet’i gördüm. Eda kumral 1.70 boylarında son sınıf iktisat öğrencisi, Ahmet ise 1.80 boylarında esmer ve karşı apartmanda üst katta oturan, bizim sokakta küçük ve sempatik bir DVD dükkânı olan samimiyetine inandığım, hem okuldan arkadaşım hem de komşum. İkisini birbirine çok yakıştırıyorum. Gerçekten birbirlerini tamamlayan uyumlu çiftler. Kader Hanım 40 yaşlarında, esmer, gözlüklü, kültürel anlamda çok donanımlı ve kitaplarla iyi dost olan çok sevdiğimiz Gökkuşağı Sokağı esnafıdır. Sohbete katılmak için yanlarına doğru yürüdüm. Beni fark ettiler ve Ahmet bana doğru dönerek ve gülümseyerek: “Hoş geldin kardeşim. Nasılsın?”, Eda: “Hoş geldin Kürşad”, Kader Hanım: “Naber delikanlı” dediler. “Hoş bulduk. Nasılsınız? Ne yapıyorsunuz?” dedim. Sohbet ettiklerini biliyorum ama neden “Ne yapıyorsunuz?” diye sorduğuma anlam verememenin ve keşke “ne konuşuyorsunuz” dememiş olmamın pişmanlığını kısa bir süreliğine yaşarken Kader Hanımın ne söylediğini anlayamadım; fakat hiç bozuntuya vermeden evde canımın sıkıldığını bu yüzden dışarı çıktığımı ve sonra Yeşil kafede çay içip müzik dinlemeye karar verdiğimi söyledim. Ahmet ve Eda’ ya, onlara çay ısmarlayabileceğimi söyleyip bana katılmak isteyip istemediklerini sorarak, tek başıma oturmaktansa Yeşil Kafede birlikte sohbet etmenin daha iyi olacağını söyledim. Beni kırmayıp ikisi birden aynı anda: “Evet, olabilir.” dedi. Daha sonra Kader Hanıma dönerek: “Görüşmek üzere.” deyip kafeye doğru yürümeye başladık. Ahmet ve Eda yol boyunca bazen kendi aralarında bazen de benimle konuştular. Yeşil Kafe yaklaşık 250 metre ilerde. Ahmet ile Eda kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Merve’yi anımsadım. Yeşil Kafe’de beraber çok vakit geçirmiştik. Kafedeki her anımızı hatırlıyorum ve hatırladıkça bir burukluk hissediyorum. O, şimdi çok uzaklarda ve ben sürekli anımsıyorum onu. O zamanlar çok sevmiştim, sanırım hala seviyorum. Hatırlıyorum, kafede yemek yerdik onunla. Severdi kafenin yemeklerini.

Dört katlı Yeşil Kafemizin üçüncü katına çıktık ve Gökkuşağı Sokağı manzaralı masamıza oturduk. Yeşil Kafe eski bir binada ve duvarlar takoz tuğladan. Benim oturduğum bambu sandalyenin sağında manzaramız, karşısında ve arkasında duvar, solunda ise diğer masalar, sandalyeler ve bir kitaplık var. Karşımdaki duvarda tek bildiğim Van Gogh’un Gece Kafesi tablosunun bir imitasyonu var, tam arkamda ki duvarda biraz yukarıda, muhtemelen ceviz ağacından, içerisinde muhtemelen oyma sanatıyla yapılmış güneş timsalli altıgen bir tablo var. Hemen altında lüks evlerin bahçe duvarları üzerine konulan ucu sivri demir parmaklıklar ve bu parmaklıklar arasında sarı renkte lambalar var. Kafenin tavanın da sabit bir ölçü kullanmaksızın bir duvardan diğer duvara uzanan tahtalar var ve bu tahtalar arasına farklı renklerde aydınlatma açısından pekte etkili olmayan küçük lambalarla sarı renkte kafeyi aydınlatan lambalar yer alıyor. Sol tarafımda kafenin üçüncü duvarının olduğu yerde her katta olduğu gibi bir kitaplık ve önünde iki adet sallanan bambu sandalye ile iki sandalyenin ortasında bir masa ve üzerinde bir kitap… 

Garson, Cat Stevens’ ın "Wild World” şarkısı eşliğinde siparişleri almak için yanımıza geldi. “Oh baby baby it’s a wild world” diye mırıldandıktan sonra yiyecek bir şeyler istedim. Ahmet: “Ben bir Filtre Kahve alabilir miyim?”, Eda: “ Bende Karamelli Macchiato” dedi. Ahmet bana dönerek:

“Neden yiyecek bir şeyler istedin? Aç mısın?”
“Biraz”
“Sen bu saate kadar aç kalmazdın. Yemek yemedin mi?”  
“Bugün işte çok yoruldum. Yemek saatinden önce kanepede uzanırken uyuyakalmışım.”
Eda: “Sen ne iş yapıyorsun?”
“Navy Design adında bir dükkânım var. Grafik tasarım, iç mimari, dekorasyon,  her türlü organizasyon işleri vesaire…” 
“Zevkli bir işin var. Çalışırken sıkılmazsın.”
Ahmet: “Hey! Benim dükkânımın da dekorasyonunu yapsana. Güzel şeyler planlıyorum.”
“Planından bahsetsene bana biraz.”
“Dükkânımın yanındaki boş dükkânı da almayı planlıyorum.” dedi ve kısa bir soluk aldıktan sonra gülümseyerek devam etti: “ Biliyorsun film DVD’leri, müzik DVD’leri, CD’leri, kasetleri, plakları satıyorum. Bunların yanında kitap, poster gibi şeylerde satmak istiyorum.”
“Biraz daha sanatsal bir şeyler yapabiliriz istersen.”
“Tam da onu istiyorum Kürşad. Lafı ağzımdan aldın.”
Eda: “Birlikte düşündük bunları.”
“Güzel bir dekorasyon yaparız hep birlikte. Bir ekip çalışması gerçekten güzel ve zevkli olur.”
Eda: “Hemen yarın başlayalım. Sabırsızlanıyorum bunun için.”
Ahmet, Eda’ya dönerek: “Daha dükkânı almadım. Yarın başlayamayız.”

Onlara karşı gülümsedim. Garson siparişleri getirdi. Eda kahvesinden bir yudum alıp Ahmet’e bir an önce dükkânı alması gerektiğini söyledi ve kendi aralarında fikir alışverişinde bulunmaya başladılar. Çok heyecanlıydılar. Ben onlardan müsaade alarak lavaboya gittim. Elimi yıkadım ve yüzüme su çaldım. Yanlarına dönerken Yeşil Kafenin kitaplığında bir kitaba gözüm ilişti. Kitap “Şairin Romanı” idi. Kitabı elime aldım, biraz göz gezdirdim ve arkadaşlarımın yanına gittim. Onlar kendi aralarında heyecanlı şekilde planlarından bahsediyorlardı. Ben konuşmalarına hiç müdahil olmadım. Biraz kitapla ilgilendikten sonra onlardan müsaade isteyerek yanlarından ayrıldım. Kafeden çıkarken kafemizin sahibi kumral, renkli gözlü abimize kitabı ödünç alıp alamayacağımı sordum.

“Tabii ki de alabilirsin.” Yanıtı beni mutlu etti. Kendisine teşekkür ettikten sonra kafeden ayrılarak evime doğru yürüdüm.

Şimdi Küçükbey Sokağındayım. Şapır şapır yürüyorum yine. Rüzgâr hala devam ediyor fakat yağmur dinmek üzere ve ben sırılsıklam olmuşum. Ah! Eylül Yağmuru, ben sana sırılsıklam aşığım.


Nevmit Balıkçı

BADEM



     Bugün, diğerlerinden farkı anlaşılmayacak derecede sıradan bir gün. Yine kalorifer peteğinin yanına uzanmış, bir uyuyup bir uyanıyorum. Dışarısı ayaz, tipi, soğuk… En azından, sabah pencereden dışarıyı gözetlediğimde, meteoroloji tanrıları o izlenimi yarattı bende. Rengini çok sevdiğim, ama sürekli abur cubur doldurarak zamanla kirlettiğim bordo koltuğun üzerine çıkıp, pencereden dışarıyı izlemeye bayılıyorum. Yazlarıysa ne kalorifer yanında uyuma ne de pencereden etrafı gözetleme keyfi kalıyor bende. Sanmayın ki üzülüyorum, benim asıl mevsimim yazdır. Yazın, günü sabah-akşam evin bahçesinde geçiririm. Koklaya koklaya, santim santim dolaştığım avlunun her bucağını iyi bilirim. Toprağa emanet ettiğim çok şeyim var. Severim toprağı, çok yaman ama bir o kadar da itimatlıdır. Gözüm kapalı veririm her şeyimi, zamanı geldiğindeyse geri alırım sapa sağlam.


   ‘’Badem, oğlum nerdesin? Koş oğlum! Badem, Badem?’’


    İşte içime huzur katan o ses! Harun işten döndüğüne göre, yine uyuya uyuya akşam ettiğimin farkına varıyorum. Koşuyorum kapıya doğru, kuyruğumu olabildiğince hızlı sallıyorum. Eğilerek boylarımızı eşitliyor, kafamı okşuyor, badem rengi tüylerimde gezdiriyor ellerini… Bayılıyorum bu oğlana, beni hiç ihmal etmiyor. Geçen sene eve kafes içinde kuş getirdiğinde fena kızmıştım; ama yüreğinde nasıl bir sevgi varsa benden eksiltmeden Maviş’e arttırmasını başardı. Sonradan anladım ki iş arkadaşının yurt dışı gezisine çıktığı dönem için, bakmasını rica ettiği kuşmuş Maviş. Ona da gözü gibi bakmış, hırladığım zamanlar aramızı yapmıştı.
Odaya girer girmez mamamı alıp dolduruyor kabıma. Bana sorsa bu tadı belirsiz gevrek işlerinden çoktan bıktım. Bir keresinde mutfağa girip kendisinin hazırladığı bir mama vardı ki sormayın; pirinç lapasıdır, tavuk suyudur, sebze haşlamasıdır hepsini karıştırıp bulamaç halinde önüme sunmuştu. Eğer bir gurme olsaydım çok başarılı olduğunu söylerdim ona; fakat ne bir gurmeyim, ne de konuşabilme yeteneğim var. O günden sonra bu gevrek bozuntularını daha bir sevmedim. Fakat yine de onu anlıyorum, işleri yoğun ve pratik olması şart. Dergiye hazırlayacağı yazı için geceyi sabah ettiği ve çoğu sabah erkenden çıktığı araştırma dolu günler hiç de az değil. En iyisi daha fazla huysuzlanmamalı ve önümdekini güzelce yemeliyim. Ne de olsa derin bir sadakat nehri var içimde ona doğru akan. Gereksiz serzenişlere girmemeli ve böyle bir durum için onu kötülememeliyim diyorum. Hiç unutmam, bir gün eve gelen arkadaşı, William Ralph Inge adında birinin ‘’Eğer hayvanların dini olsaydı, hiç şüphesiz şeytanı insan şeklinde hayal ederlerdi,’’ dediğini söylemişti Harun’a. O adam her kimse katılmadığımı belirttim gözlerine bakarak. Anlamış olmalı ki arkadaşına dönüp ‘’Badem benim dostum, dostlar birbirine baktıklarında şeytan nedir bilmez,’’ demişti. Sözün etkisi kuyruğuma vurmuş olmalı ki, kontrolsüz hareket eden kuyruğum pervane olup beni uçuracak sanmıştım.

  
    Bilgisayarını alıp yüzüme bakıyor ‘’Badem bey, işin sırrını bir Murat Menteş kelamında buldum: Soru, muhatabı şoke etmeli; cevapsa soruyu yok etmelidir,’’ diyor gözlerini açıp. Acaba tüm yazarlar mı deli diye düşünüyorum.  Anlamadığım işler bunlar. Bir şeyler karalayıp onla mutlu oluyor, onla kederleniyor; hatta tam tersini düşündüğümüzde, mutluluk ve kederlerinde bir şeyler karalamayı çok iyi beceriyorlardı bana göre. ‘’Önemli olan insan ruhunu kağıda dökebilmektir,’’ diyor içimden geçenleri sezmişçesine. ‘’Yazar dediğin önce psikanalist olacak, insan halinden anlayacak!’’. Ben insanı çok iyi tanıyorum diyorum. 14 bin yıldır evcil yaşayan türümün, genetiğimde bıraktığı bir yeti midir bilmiyorum. Ama seni çok iyi tanıyorum, türünüzü patimin içi gibi biliyorum diyorum ona. Düşüncelerinizin bile kokusunu alıyorum. Gün geldi Yunan mitolojisindeki Kerberos olduk Hades’in kapısında bekleyen; gün geldi korkuların ve felaketin Tanrısı Seth olduk Mısır’da. Bazen ava çıktık beraber, üzerinize gelen yabani hayvan sürüsünün içinizde yarattığı karanlık korkuyu hissettik; bazen de süs köpeği olup yaşlı kadınlara sahte şirinlikler kattık. Eğer mesele insan ruhunu çözebilmekse verin bana kağıdı kalemi, sizi size anlatayım diyorum uluyarak. O anda kapı çalıyor. Gelen İrem, dergiden; Harun’un bu eve getirdiği kızların içinde kokusu en güzel olanı. Hemen sırnaşıp tatlılıklar yapmaya koyuluyorum yanına gidip. Beni özlemiş, koca kafamı iki avcuna sığdırıp yüzünü belli belirsiz şekle sokuyor beni severken. Oturup gün içinde neler yaptıklarını birbirlerine anlattıktan sonra ayrı odaya geçiyorlar, gidip kıvrılıyorum yine peteğin yanına.  Uyandığımda bizim aşık ne yaptı diye meraklanıyorum. Usulca koridorda ilerlerken Jane Birkin ile Serge Gainsbourg’un birlikte seslendirdiği ‘’Je T’aime’’ şarkısını duyuyorum. Anlıyorum ki bizimkilerin nefesi birbirlerinin bedeninde yankılanıyor. Çünkü Harun’un romantizm şarkısıdır bu, çok iyi biliyorum. Aşk yuvalarında şehvetleriyle baş başa bırakıyorum kumruları ve gecenin sessizliğini duyabileceğim bir yer arıyorum evin içinde.


    Sabah olduğunda ikisini de hiçbir odada bulamıyorum. Gidip bordo koltuğun tepesinden dışarıya bakıyorum. Gece kar yağmış. Yollar, üzerinden geçen insanların ayakkabı numaralarını ele veriyor. Dönüp tekrar evin içini turladığımda Harun’un masada bıraktığı kitapları görüyorum. ‘’İyi Bir Yazar Nasıl Olunur?’’ yazıyor birinde, diğerinde ‘’Okuru Etkilemenin 100 Yolu’’. Belli belirsiz boşlukta görüyorum onu bu kitaplara bakarken. Düşünüyorum, daha iyi bir sahibim olamazdı bu dünyada. Eğer biz hayvanlar için bir din olsaydı, Harun’u melek olarak hayal ederdim diyorum kendi kendime. Ama gönül verdiği bu yazarlık yolunda boş işlerle uğraştığını hissediyorum. Eğer bu eve gelip giden onca kişiden duyup sorguladığım küçücük bir şey varsa ve insanları az buçuk tanıyorsam, iyi bir yazar olmanın başka bir yazarın kurallarından geçemeyeceğini savunuyorum. Onun için bir şeyler yapma sorumluluğu biniyor küçük omuzlarıma. Salona doğru ilerlerken karar veriyorum. Beni anlar mı bilmiyorum; ama akşam olup o kapıdan içeriye girdiğinde aradığı nasihatı ona ben vereceğim: ‘’Eğer iyi bir yazar olmak istiyorsan, insanları bir köpekten daha iyi tanımalısın.’’ 


Mübaşir

KARANLIK


      

-Korkaksın.

İki sandalye. Üzerlerinde iki adam, bir masa ve üzerinde bir silah... Colt marka, 38 kalibrelik Magnum, başka cinayetler çağından... Daha karanlık bir çağdan, içinde bulundukları oda kadar karanlık...

Korkak mıyım diye düşündü. Haklı mıydı?

-Ne işin var burada?

-Senin için geldim. Sen niye buradasın?

-Siktir et.

-Korku diyordum. Hayatın bundan ibaret, korku seni mahvetmiş. İliklerine kadar işlemiş.

- Hayır! Bu korku değil.

-Bunun adı korku amına koyayım. Korku!

-Belki. Ya da sadece...

-Hiç kumar oynar mısın? Kaybettin mi hiç? Kalan son paranla hata yapma şansını denedin mi? Hiç Sanmıyorum. Kumar masasına oturmayacak kadar korkak birisin sen. Kaybedecek çok fazla şeye sahipsin çünkü. Kumar oynamayacak kadar zenginsin. Dünyanın en zengin adamı kadar korkaksın.

- Beni rahat bırak.

-Sen kendini rahat bırak. Beni başından savamazsın. Beni reddetmeye çalışma. Bana karşı savaşayım deme sakın. Eğer kazanırsan kaybedersin.

-Ben, ben böyle olsun istemedim.

-Sen ne istedin?

-Ben istediğim hiç bir şeyi elde edemedim ki.

-O yüzden mi kaçtın?

-Ben kimseden kaçmadım. Onlar kaçtı. Ben bekledim hep. Birileri gelsin istedim. Hayatımı değiştirsin, bambaşka biri yapsın beni. Beni alsın, tutsun elimden, bilmediğim bir yere götürsün. Ondan sonra gidebilir isterse, beni bıraksın orada. Belki de...

-Belki de ne?

-Belki de en büyük hatam bu oldu benim. Hayatım boyunca yaptım bunu. Ben hep sözlerimi tamamlayacak birini bekledim. Beni o kadar tanısın ki, kendimi anlatmak zorunda kalmayayım. Ama böyle biri yokmuş. Ya da varsa bile benim hikayemden haberi yok.

-Senin bir hikayen yok. Varsa da eğer, onu sen yazmıyorsun. Başkalarına vermişsin kalemi, onlar senin için dolduruyor sayfaları. Hiç bir zaman, bir son hazırlayamayacaksın kendine. Birilerinin gelip senin için yapmasını bekleyeceksin. Senin hikayenin bir kahramanı yok. Neden mi? Çünkü...

-Çünkü umursamıyorum.

-Hayır umursuyorsun. Sorun da bu zaten: umursamak! Her şeyi umursadığın için hiç bir şey yapmıyorsun. Rezil bir durum bu, acıdan bu denli uzak durmaya çalışmak… Her emri yerine getirmek, vereceğin her karar öncesinde titremek, karanlıktan bu kadar korkmak; karanlık… Karanlıkta herkesle konuşabilir insan.

-Yeter.

-Ölüsün. Arkasından ağladığın o insanlar kadar ölüsün. Hiç bir zaman dirilemeyeceksin.
Elleri titremeye başladı. Titreyen sağ elinin parmaklarını bir araya getirip, bir yumruk yaptı onlardan. Gerdi kolunu, yumruğunu nişanladı.

-Bunu yapamayacağını ikimiz de...

Yapmıştı. Titreyen ellerini çekti, karşısındaki yüzden. Açtı yumruğunu. Titreme geçmişti, onun yerini bir acı aldı. Sızlayan elini ovaladı diğeriyle. Az önce yumruk attığı yüz konuşmaya devam etti.

-Sonra ne yapacaksın peki. Göze alacağın tek suç bu mu? Hadi öldür beni burada. Önünde bir silah, içinde mermiler var. Yapamazsın değil mi? Çünkü yetişmen gereken bir hayat var. Gitmen gereken bir yer var. Memleketin var, Ankara. Orada aptal bir ailen ve daha da aptal dostların var. Seni bekleyenler var.

-Ben oraya dönmek zorundayım.

-Değilsin. Değmez. Hiç biri değmez, ne sana ne de bu korkuya. Bütün gün telefonla konuştuğun o insanlar mı? Annen mi? Baban mı? Hiç birinin gram değeri yok. Sen varsın sadece. Sen ve hayatın.

-Benim hayatım orada.

Elleri tekrar titremeye başladı. Bu kez önünde duran silaha uzandı titrek eller. Yüz konuşmaya devam etti.

-Vazgeçeceksin hepsinden. Hayallere inanır mısın? Kaçmaya, yok olmaya, izini kaybettirmeye. Vazgeçeceksin hepsinden. Bir anlık tereddüt ve elveda… Ama yapamazsın, korkaksın; çünkü aptalsın. Belki de haklısındır. Çünkü mutsuzluk bağımlılık yapar. Çünkü karaktersiz bir piç olarak yaşamak bazen en kolayıdır. Oyala kendini. Çevrendeki aptallarla oyala. Birilerini bekleyerek oyala. Boş umutlarla oyala. Kapat kulaklarını, duyma beni. Kaç benden. Beni duymamak için aklını meşgul et sürekli. Düşün. Aileni düşün, geleceğini düşün, olmayacak mutluluğunu düşün. Ben her zaman beklerim. Nasılsa ikimiz de buradayız. Nasılsa daha çok karşılaşacağız. Düşünecek bir şeyin kalmadığında yine görüşürüz.

-Siktir git.

Tam isabet. İki kaşın tam ortası, burun ve alnın birleştiği yer. Kapandı karşısındaki göz, ağzından çıkacak diğer kelimeler içeride kaldı. Silahın ağzından duman çıktı bir süre daha. Colt marka,38 kalibrelik Magnum... Bıraktı masaya. Önünde bir masa ve üzerinde bir silah. Karşısında bir sandalye. Üzeri boş.

Kapı tıklandı, üç kere. "Efendim." diye bağırdı. "Abi acele et." dedi bir ses. "Otobüs kalkıyor."

"Tamam" dedi. Açtı kapıyı. Çıktı tuvaletten. Sağ eli yaralıydı. Elinden akan kanlar, parmakları gezip yere dökülüyordu. Denize boşalan nehir gibi... İçerideki ayna kırılmıştı. Etrafta kırık cam parçaları vardı. Musluğu açık bırakmıştı. "Şu lambaları da bir ara onarın." dedi. "Çalışmıyor, içerisi çok karanlık."

Karanlıkta herkesle konuşabilir insan. Kendisiyle bile.

Otobüs yolculukları hayata verilen molalardır ve bu yolculuklarda verilen ihtiyaç molaları zamanı durdurur. Ortalama süreleri 10 dakikadır.

Hırkasıyla sardı elini. Yürüdü otobüse doğru. Yavaşça çıktı basamakları. Koltuğunu aradı bir süre. Buldu sonra. 19.30 Ankara otobüsü, 11 numaralı koltuk. Oturdu koltuğuna. Hareket etti otobüs.

Karanlıkta herkesle konuşabilir insan.



KAYRA

KİTAPLIĞIMDAKİ HAYALETLER

  Yalnızlığın dayanılmaz ağırlığını hissettiğim zamanların çoğunda, bana her zaman bir dost olarak görünmüş, beni değişik dünyasına sürükleyen, oraya hapsolmaktan zevk duyduğum kitaplığıma yönelirim. Beni yer yer çağlar öncesine taşıyan, engin denizleri görmemi sağlayan, bir hüznü veya bir aşkı tattıran kitaplığıma konuk olduğum zamanlarda, içeriye dolup taşan saman kağıdı kokusunu ciğerlerime kadar çeker, kim bilir kaçıncı okuyucusu olduğum sayfaların içinde kaybolur, yine kendimi o sayfalarda bulurum. Bu arayış bende içten içe saf bir tutunma arzusu uyandırır, yeni yerler görmek için uykumdan feragat etme fedakarlığı doğurur. Gezinir dururum bu kitaplıkta. Gözlerimi kapatırcasına, parmak uçlarımın hissedeceği şekilde, ellerimi gezdiririm eski cilt karton kapaklarda. Dokunurken hissettiğim her pürüz, bana o kitabı okurken yaşadığım zamanı ve şeyleri hatırlatır. Şeylerin arayışına düşerim sonra. Şeydeki engin mutluluğun izine düşerim. Kitabın bana yaşattığı duyguları, okurken ki yaşadığım olaylarla birleştirir, kitapla, hiç kimsenin bilmediği bir bağ kurarım. Onu saklar, korur ve kollarım dış dünyadan. Büyütüp beslediğim dünya, bana öyle verimli ürünler armağan eder ki, bunu hiç kimseye söylemeden yazar dururum. Aynı saman kokusunu, kütüphanelere girdiğimizde burnumuza hitap eden o aynı kokuyu, yazılarımı yazmak için yıpratırcasına kullandığım o kokuyu benim gibi herkesin duyduğunu fakat bana bir şeyler yazdırdığı gibi herkese aynı şekilde yardımcı olmadığını bilir, bu defa kokuyla aramda yeni bir bağ, bir dostluk kurarım. Yine kimsenin haberi olmaz bu arkadaşlıktan. 

  Ama bazen koku da anlamını yitirir, pürüzler de beni yalnız bırakır. Çünkü onların yerini baskı kokusu ve jelatinler almıştır. Sonra yazılarım yalnız kalır. İşte burada çağlar öncesinden kalma şahsiyetler yardımıma koşar. Bana biricikliğimi hissettiren Dostoyevski gelir sonra. Yazdıklarıyla konuşur benimle adeta. Satırlarının arasında kaybolurken, gecenin gerçekten de beyaz olup olamayacağını düşünür, dostuma sorular yöneltirim. Aşık olunabileceğini öğretir bana sonra. “Beyaz Geceler” i eski yerine koyup iyilik ve kötülüğün iç içeliğinden ötürü başına neler geldiğini anlatır bana. Anlarım ki “Suç Ve Ceza”dayım. “Benden bu kadar” der ve gider, yaşadığı döneme, henüz çoğu şeyin kirlenmediğini düşündüğü döneme. Elbette bu dönem ile kendi dönemi arasında kıyas yapınca, dönmek istiyor kendi dünyasına. Tıkandığımı hissettiğim bir başka zamanda Tolstoy gelir sonra. Elinde savaşacak ve sonrasında barışacak bir kitap vardır. Bana hediye edeceğini düşünürüm, fakat sadece ödünç verir, okumam için. O kitap, onundur ve başkasının olmayacak. Bu gerçeği yumuşak bir tokat gibi yanağıma vurur yalnızca. Diğer silahını çıkarır sonra: Anna Karenina

  Tolstoy da uykumla beraber gider sonra. Kim bilir başka hangi kitaplıkları aydınlatmaya. Ağlamak istiyorsam Dumas’ı çağırırım, gülmek istiyorsam “Robin Hood”u okuması için Howard Pyle’yi davet ederim kitaplığıma. Anlatırlar bana Marguerite’nin acılı aşk öyküsünü ya da Sherwood Ormanları’nda gezinen iyilik timsali kahraman haydudun maceralarını.

  Sonra bütün misafirler gider, ben bana bahşedilen yeteneğimi bilemişimdir yıllar öncesinde yaşayan dostlarımla. Pekiştirmişimdir yine yalnızlığımı. Bilirim ki onlar da bu dayanılmaz ağırlığı hissetmişlerdir, sonra da yazıya sarılmışlardır.

  Edebiyat yaşamdan intikam almanın ötesinde yeni bir yaşam yaratma arayışında olmaktır. Bir kitabın yeni bir dünya olduğunu anlamak, o dünyayı keşif, arkasındaki anlam ve eserleriyle özdeş kurduğumuz duayenleri anlamak, birgün size çıkıp da “Onlar gibi yazabiliyor musunuz?” diye sizi yolunuzdan çeviren insanların sorularına “Onlar kadar yazabilmek istiyorum” cevabını vermek edebiyatla olan ilk imtihanı geçmiş olmanızı, o yazarlara haset yerine minnet duymanızı sağlar. 


Mesut Güney Yılmaz



ORHAN KEMAL 100 YAŞINDA

  Çukurova Kitap Fuarı 7. Yılına girerken Orhan Kemal’in 100. Doğum Yılını     Kutluyor


Bu sene 14 – 19 Ocak 2014  tarihleri arasında TÜYAP Adana Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde düzenlenecek Çukurova 7. Kitap Fuarı edebiyatımızın çok değerli ismi Orhan Kemal’i çeşitli etkinliklerle anmaya hazırlanıyor.

Edebiyatımızın en üretken yazarlarından biri olan Orhan Kemal’in  doğumunun 100. yılı dolayısıyla bir dizi söyleşi, panel ve sergi ile  bir “Orhan Kemal 100. Yaşında Sempozyumu” kapsamında memleketi Adana’da anılacak. Sempozyum kapsamında gerçekleştirilecek etkinlikler “Yaşamı ve Eserleri ile Orhan Kemal”, “Orhan Kemal ve İzleri”, “Edebiyattan Sinemaya Orhan Kemal”, “Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Anıt Yazarı Orhan Kemal 100 Yaşında” ve “Çukurova’dan bir Orhan Kemal Geçti” başlıkları altında paneller düzenlenecektir.  Sempozyum aynı zamanda yaşamı, Adana’da geçirdiği yıllar ve eserlerinden seçme metinlerden oluşan “Orhan Kemal 100 Yaşında” sergisi ile fuar süresince kitapseverlerle buluşacak.

Kuruluşumuz TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile  yılın ilk kitap fuarı Adana’da açılıyor. Çukurova 7. Kitap Fuarı yurt içinden 200’ün üzerinde yayınevi ve silvil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenirken fuar süresince 50 kültür etkinliği gerçekleştirilecek. Girişin ücretsiz olduğu fuar 14-18 Ocak 2014 tarihleri arasında 10.00-20.30 kapanış günü 19 Ocak 2014 tarihinde ise 10.00-19.00 saatlerinde ziyaret edilebilir.

ÜÇ SANİYE


   Üç saniye nedir;

uzun bir süre mi? Kısa mı? Kaç hayat sığar üç saniyeye? Kaçı mahvolur? Kaç ömür kurtarılabilir peki? Kaç kişinin yaşamı değişmiştir üç saniye içinde? Kaç kişi yeniden başlamıştır hayata? Üç saniye beklemeye değmeyecek kadar kısa mıdır, yoksa fazlasıyla uzun bir süre mi? Kaç saniye geçti şimdi? Kaç kişi yaşamıyor artık ya da kaç yeni bedenle tanıştı insanlık? 

Spermin yumurtaya girdiği süredir üç saniye. Eroinin kana karıştığı süredir. Üç saniye farkla ölümcül bir kazaya sebebiyet verebilirsin. Bir bina tepene yıkılabilir bu süre içinde. Hayatını değiştirecek birileriyle tanışabilirsin belki. Üç saniye boyunca öpüşebilirsin bir kadınla. Ya da yaşarsın sadece. Üç adım atabilirsin. Tek bir kelime kurabilirsin ya da gözünü kırpabilirsin üç kere. Einstein'in izafiyet teorisi vardır zaman üzerine, ''Zaman aldanmacadır.'' der. Haklı. Belki de en çok bunu söylerken haklı. Yoktur zaman diye bir şey. Üç saniye ya da üç yıl... Yoktur farkları. Her şey senin nasıl bir yaşam sürdüğüne bağlı. Otuz yıllık bir ömür üç saniyeye sığabilir aslında. İntiharlar da bu yüzden belki de, fazla uzun sürdüğü için hayatlar. Yaşamım boyunca bekledim, hayatımı değiştirecek üç saniyeyi. İyi ya da kötü, değiştirmek istedim sadece. O üç saniye için yaşadım hep. Şimdiyse hayatımın en uzun anlarını yaşıyorum. Ve biliyorum ki kimse inandıramaz beni bu üç saniyenin otuz yıldan daha kısa olduğuna. 

1. Saniye: Benim adım Duman. Az önce verdim bu adı kendime. Henüz sönmeyen sigaramın dumanından esinlendim. Gün ağarıyor, başım ağrıyor. Günlerdir oturuyorum bu koltukta. Aylardır ya da... Hatırlamıyorum. Neden burada olduğumu bilmiyorum. Bir şeyler söylemek istiyorum. Çıkmıyor kelimeler dudaklarımdan. Sokağa çıkma yasağı var ağzımda. Dudaklarım tekrar içeri atıyor her birini. Zihnim bomboş. Bir şeyler hatırlamak istiyorum, olmuyor. Sağ avucumun içinde parlak gri renkte 38 kalibrelik bir çok kişinin ölümüne sebep olduğunu bildiğim ''Smith and Wesson'' adında kısa namlulu bir altıpatlar var. Niye elimde olduğunu bilmiyorum. Tabanca topundaki tek bir sarı mermi göz kırpıyor bana içeriden. Smith ve Wesson denen bu iki adamı fazlasıyla zengin etmiştir diyorum bu silah. Kullanım amacı dışına çıkan tek silahtır bu. Ruslarla ve rulet adlı kumar oyunuyla anılır. Ölüm bahisli kumarlarda kullanılır. İhtimallerin silahıdır. Olasılıkların silahıdır. İçindeki tek mermi altıda bir ihtimalle ölüm verir insana. İkinci mermiyle artırırsın ihtimali. Altı mermiyle şansın yüzde yüzdür. Hayat ihtimallerden ibaret diyorum kendime. Ölüm olasılığın ta kendisi. Eğer evinde yalnızsan ölme şansın çok düşüktür. Bir elektrik prizine fiş takıyorken yükselir ihtimal. Bir başkasıyla birlikteyken artar şansın. Sevişirken her an durabilir kalbin. Sokağa çıktığında daha çok yaklaşırsın ölüme. Kalabalık caddelerde ölümü kokluyorsundur. Eğer bir savaşa katılmışsan, Azrail ensende mesai saati bitimine kadar seni aradan çıkarmayı bekliyordur. Ve eğer benim yaşadığım gibi bir hayat sürmüşsen, bu yaşa kadar nefes alabilmiş olman, minerallerinin hala toprağa karışmamış olması bir mucizedir. Evet diyorum, hayat olasılıklarla yaşanır ama hiç bir an bu kadar açık durmaz karşında ihtimaller; eğer bu silahla oynamıyorsan. Bu silahın topuzundaki altı boşluktan birinde duran merminin isabet ettiği eti çürükçül canlılara akşam yemeği yapma ihtimali altıda birdir. Hatırlıyorum sonra, bu ölüm makinesini niye elimde tuttuğumu. Basıyorum tetiğe. 

 2. Saniye: İşaret parmağım tarafından geriye doğru itilen tetik, sağ baş parmağımın altında bulunan gri horoza baskı uyguluyor. Ve silahın horozu bu baskıyla yukarı doğru kalkıyor. Horozun, silahın ateş edilmeyen her anda etki uyguladığı altı delikli silindir serbest kalıyor ve altmış derecelik bir dönüşle, altıda bir ihtimalle dolu olan mermi yuvasını iğne ve horozla aynı hizaya getiriyor. Falya barutu falya haznesine dökülüyor. Annem geliyor aklıma. Ne yapıyordur acaba şimdi diyorum. Şimdi, şu anda... Ağlıyor mudur yoksa? Babamla mı tartışıyordur her zamanki gibi? Düşünüyor mudur beni? Ya da kahkaha atıyordur belki bana hiç komik gelmeyecek bir neden için. Hep böyle olmuştu diyorum. Hiç bir zaman komik bulamadım hayatı. Biraz gülseydim eğer her şey farklı olabilirdi belki. Yüzü geliyor aklıma. Hayatıma giren diğer tüm insanların önünde beliriyor yüzü. Onun da üç saniyesi uzun mudur benimki kadar diyorum. Ya da sadece üç kısa saniye midir, dakikanın yirmide biri midir sadece? Tam karşımda duran ahşap renkli gemici motifli saate takılıyor gözlerim. Akrep üçün üzerinde yelkovanı beceriyor. Saat üçü çeyrek geçiyor. Uyuyordur kesin diyorum, eğer hayattaysa... Kalmaz bu saate, erken yatar. Belki çığlık çığlığa uyanır uykusundan az sonra. Hatırlıyor mudur beni? Pişman mıdır ben henüz iki aylık bir ceninken beni aldırmadığına? Hayır diyorum sonra, tüm dünya utanç duyuyordur varlığımdan ama o benden mutluluk duyan tek kişidir. Tanrı bile pişmandır beni yarattığına ama o pişman değildir benden diyorum. Belki de gurur duyuyordur benimle. Yaşıyor mudur hala? Hatırlıyor mudur beni?Ama ben hatırlıyorum. Anneme yaşattığım acıları hatırlıyorum. Ruhuna bir otuz yıl kadar, bir ben kadar daha ömür kattığımı hatırlıyorum. Düşmanlarıma yaşattıklarımı hatırlıyorum. Öldürdüğüm insanları hatırlıyorum. Mahvettiğim hayatları hatırlıyorum. Seviştiğim kadınları hatırlıyorum. Kendime çektirdiğim acıları hatırlıyorum. İçtiğim her bir içki şişesini, kustuğum her damla nefreti hatırlıyorum. Hatırlıyorum her şeyi... Hiç kimse suçlu değil diyorum sonra. Kimse bilemezdi benden böyle bir canavar çıkacağını. Kim nereden bilebilirdi ki şeytanın benim bedenimde şube açacağını? Ben de bilemezdim. Ben sadece hatalı üretilen ve iadesi gereken bir makineyim diyorum. Devrelerim yandığı için kendimi mutsuzluğa ve acı çektirmeye planladım. Acilen kapatılmam gerek o kadar. Bir tane daha gelmedi benden, gelmeyecek de. Küçükken öğrendiğim dualar geliyor aklıma. Uzun zamandır düşünmemiştim hiç birini. Okuyabilseydim eğer birini, hatırladığım kadarıyla... Uzundu hepsi üç saniyeden. 

Barut falya haznesinde toplanıyor. Tetiğin bir saniye içinde gösterdiği geri tepmeyle birlikte tüm mekanizma geriye doğru işliyor bu kez. Horoz tekrar yapışıyor silindire. Daha sonra falya haznesindeki barutu ve eğer varsa, mermi yuvasındaki mermiyi ateşliyor. Saatten bir tık sesi geliyor. Dakikanın altmışda birine denk sesi duyuyorum. Bir saniye daha geçiyor. 

 3. Saniye: Soğuk bir çeliği hissediyorum şakağımda. Tanıyorum bu soğukluğu diyorum. Üzerinde sabahladığım bankların soğuğu bu. Her sabah aynaya baktığımda yüzümde gördüğüm soğukluk. Öldürdüğüm her insanın teninde görmüştüm ben bu soğuğu. Sonra bir sıcaklık kaplıyor aynı yeri. Bu sıcaklığı da hatırlıyorum diyorum. Belki de en iyi tanıdığım şey dünyada; kendi kanımdan daha yakın bir dost yok benim için. Dostumun sıcaklığı bu, öptüğüm kadınların dudaklarındaki sıcaklık, ateşe verdiğim evimin sıcaklığı... Tanıyorum diyorum hepsini. Ölüm yabancı değil bana. Her şey gerçekliliğini yitiriyor. Nesneler, duygular, düşünceler... Hepsi o kadar uzak geliyor ki artık, hissedemiyorum hiç birini. Kayboluyor sıcaklık, soğukluk uzaklaşıyor. Açık pencereden rüzgar giriyor odaya. Görmüyorum, hissedemiyorum ama tahmin ediyorum. Ellerim üşüyor. Titriyor boşalan zihnim, aç bir çocuk gibi. Sulanacak birazdan gözlerim. Biliyorum, görmüştüm bana ait bir kaç maktulün gözlerinde yaşları. Kendiminkileri bekliyorum. İhtiyacım var buna diyorum, ağlamalıyım. Hiçlik kovuyor bedenimden tüm duyularımı. ''Ben geldim.'' diyor, ''Kaçın!''. Tek gerçek benim diyorum. Sonsuzluğa gidiyorum, orada ben varım. Kainatın tek gerçeği olarak ulaşacağım sonsuza. Üç saniye, altıda bir ihtimal, zaman... Hepsi yalan diyorum. Her şey sahte. Hiç bir şey yok. Tek gerçek biziz: ben ve ölüm. Hala duman çıkıyor sigaramdan. Saatten gelecek son bir tık sesini bekliyorum. Her şeyin bittiğinin habercisi olacak tek bir tık sesini. Gelmiyor o ses. Açıyorum gözlerimi, saate bakıyorum. Donuyor akrep, yelkovan, saniyeler. Donuyor her şey. Duruyor zaman, akmıyor. Bitmiyor üç saniye. Kapatıyorum gözlerimi...


Mutlu Çay Ocağı


Sigaranın izmarite dönüştüğü, o son nefesi içime çekip bıraktığım an, bir kez daha hüzne savrulmuş buluyorum kendimi. Daha dakikalar önce dudaklarımdan busesini eksik etmeyen bir varlığı yakıp kül etmek, ardından eğip bükerek çöplüğe yollamak, ona haksızlık ettiğimi düşündürüyor eylemimin ardından. Bir insan sigarasını özler mi, özlüyorum; üstelik daha az önce çöplüğün derinliklerine yolladığım tütün güzelini…
Düşünüyorum…
Kavuşma arzusu bu denli ağır basıyorsa içimde ve ulaştığımı sandığım anda yorgan altı terli buluyorsam kendimi bir gece vakti; anlıyorum ki kavuşma senaryolarını kurmak omuriliğimin işlevi haline gelecek ve ben o meçhul sahnenin mendil ıslatan hayalini kuruyor olacağım daima. İnsanlara yönelik tecrübelerim senin için de geçerliliğini sürdürüyor. Bu yüzden, iki parmağımın arasına konup, tekrar dudaklarıma alıncaya dek seni de bekleyeceğim. Yeni bir ayrılık vakti daha; hoşça kal ateş böceğim!
Yavaş adımlarla yürüyorum. Derin nefes alıp verişlerim duygularımın refleksi olmuş, hava ciğerlerime vuruyor. Aslına bakarsak vedalar daima hüzünlüdür ama asıl veda hüzünlere yönelik olmalıdır. Başıboş on-on beş adımdan sonra bu paradoksal düşüncelerle çekişiyor zihnim ve ben, yürümeye devam ediyorum. Bacaklarım beni nereye götürecek diye düşünürken Mutlu Çay Ocağı tabelasını karşımda buluyorum. Bu tabela eski dostumu hatırlatıyor: Jöntürk Osman… Onun o acı çaylarını özlemek, hayatımda şaşırmaya layık hiçbir şeyin olmayacağını hatırlatır nitelikte bir alışkanlıktır benim için. Özlemek alışkanlık olur mu diye sormayın, hasretin o sabit frekanslı titreşimi yağmur damlasına dönüşüp yüreğinizi dalgalandırır, anlamazsınız. Genişleyiverir noktadan bozma çemberler ve gidip bir kıyıda son bulur. Yağmurun devamlılığı kıyıdaki karınca yuvasını doldurup boşaltan küçük dalgalar üretir sonra. Ve karınca nesli için yağmur vaktinde ölmek, acı bir alışkanlık olmaktan ileriye geçemez. Acıdan bahsetmişken, haksızlık etmeyeyim.  Bazen hayatı betimlediğini düşündüğüm, malum osilatördeki yeşil inişli çıkışlı nabız grafiğini ele aldığımızda, bizim Osman’ın çayları o grafik boyunca yaşanan acıların en lezzetlisidir.
Ah be Jöntürk Osman, ne uzun zaman oldu çayını tatmayalı? Mahalledekiler, Fransa’daki halanların getirdiği ‘’Kepi’’yi takıp durmasaydın, o zamanlar şarkıları herkesin dilinde dolaşan ‘’Jöntürk’’ü, biraz da akıllarında kalmış küflü paslı tarih bilgileriyle karıştırıp koyarlar mıydı adının önüne? Çaycı Osman olurdun düpedüz, çaycı Osman Mutlu…
‘’Ooo Erdal! Nerelerden çıktın böyle koçum?’’ deyip bırakıyor elindeki tepsisini Osman. Kollarını açmış bana doğru adımlıyor, kulağındaki sarı renkli mavi tükenmez kalemi halinden memnun ve bana yerini yıllardır değiştirmemiş izlenimini veriyor.
‘’Çayını özledim, geleyim dedim.’’
‘’Ne yalan söyleyeyim, İsveç’ten gelmek için iyi bir bahane bulmuşsun.’’
Beni sobanın yanına alıyor, hemen çayımı da getirip oturuyor o da masaya. Sohbet etmeye başlıyoruz, 23 sene olmuş ben buradan ayrılalı. Birbirimize anlatacak çok şeyimizin olduğunu fark ediyorum. Artık onun da saçı başı ağarmış. Yoksa onu da mı suçlu buldular, yaptığı çayın insanların düşüncelerini değiştirecek kimyasal etkisini mi keşfettiler? Aşağı yukarı aynı yaşta olmamıza rağmen, ben kendi kır saçımla mutluyum artık; fakat böyle garip suçlamaların da ülkemde gerçekleşmeyeceğine dair hala garanti veremiyorum.
Zihnimdeki düşüncelerle tezatlık oluştururcasına eşten dosttan konuşuyoruz, ona eski tanıdıkları soruyorum. Mahalle sohbetinin tatlılığı beni yıllar öncesine götürüyor ve anlıyorum ki eski ilişkiler turşuyu andırıyor. Turşu kabının dışındaki hayat geçip gidiyor öylece.  Ve kap, belki arka balkonda tozlanıyor belki en şatafatlı alış veriş merkezinin raflarında pinekliyor. Fakat içindekiler hala aynı; dış ortamdan ve zamandan bağımsız…
‘’Onca sene ülke dışında yaşamak zorunda kaldın, şimdi buralarda ne yapmayı düşünüyorsun be kardeşim?’’
 Doğru söylüyordu, ne yapacaktım ben artık buralarda? Açıkçası bunu ben de henüz bilmiyorum.
‘’Nam-ı diğer Jöntürk Osman! Zamanında Ham adında bir şempanzeyi uzaya yolladılar bilir misin bunu?’’
‘’Allah’ın maymununun ne işi var uzayda, dertleri neymiş hele?’’
‘’Amaçları insan metabolizmasına en çok benzeyen canlı türünün bir üyesini uzaya yollayarak, insanların da uzayda yaşayıp yaşamayacağını görmekti. Her neyse, söz gelimi bu şempanzeyi Mercury adlı bir kapsüle koydular ve yolladılar karanlığın derinliklerine.’’
‘’Vay vicdansızlar, hayvandır ama o da candır be! Resmen ölüme yollamışlar hayvancağızı.’’
‘’Yok Osman ölmedi o hayvan. Senden benden daha özgür hissetti kendini, dolaştı uzay boşluğunda. Dünyayı dışarıdan gördü ve yeryüzüne tek parça halinde inmeyi başardı. Ardından ne oldu biliyor musun? Uzay seyahatine çıkmadan evvelki yerine, yani o eski hayvanat bahçesindeki parmaklıklar ardına geri döndü. ’’
‘’İyi güzel de Allah aşkına nerden çıkardın şimdi maymunu, konuşuyorduk dertleşiyorduk.’’
‘’Benim derdim de bu işte, şimdi o şempanze gibi hissediyorum kendimi.’’
Cidden öyleydi. Gerçekler beni bir şempanzeymişim gibi hissettirecek düzeye ulaşmıştı. Yıllar önce yazılarımın yasaklanması ve benim artık bir vatan hainiymiş gibi atfedilmem yurt dışına kaçmamı gerektirdi. Ardımda özgürlüğüyle düşlediğim vatanımı bırakıyor olmak güç geliyordu bana; hatta yenik bir savaşçıymışım gibi hissettiriyordu. Fakat olayı içselleştirdiğimde sevdiklerimden uzakta kalmanın insani hüznü ağır basıyor, sancısı gözlerime vurup damla damla yere düşüyordu. Dünya milletlerindeki çoğu totaliter rejim mağdurlarının yaptığı gibi çareyi İskandinavya’ya, İsveç’e gitmekte bulmuştum. Orada kültür, fikir ve duygu bazında alış veriş yapıp derdimi paylaşabileceğim birçok insan tanıdım ve sürekli yazdım. Sanırım mağarada şekil çizmeye başlayan ilk insan da benim gibi hissediyordu; eminim ki dünyaya attığı her çiziğin verdiği o dayanılmaz hazzını damarlarında duyuyordu…
***
Geceyi Mutlu hanesinde, Mutlu ailesiyle geçirdim. Soy isimleri mi ruh hallerine yansıyordu yoksa ruh halleri böyle olduğu için mi soy isimleri ‘’Mutlu’’ydu bilmiyorum; ama aradan geçen yılların evin havasını değiştirmemiş olduğunu net biçimde görüyorum.  Bir çay ocağıyla teknesinden ekmek çıkarmayı başaran bizim Jöntürk’ün edebiyat aşığı bir kızı var, Irmak. Odasından onlarca kitap getiriyor bana. Konuşmak tartışmak istiyor. Onda gençliğin verdiği heyecanı ve harareti görüyorum. Yıllar önce sahip olduğum, kitaplardan öğrendiğimi bir an önce herkesle paylaşma telaşı onu da kasıp kavuran bir özellik. Osman’ın çayları, Irmak’ın edebiyatıyla birleşip harman haline gelmiş ve eve daha bir huzur katmış. Çayımızı içerken aklımdaki düşünceleri okurcasına; edebiyatımızda, içinde çay geçen onlarca şiir olduğundan bahsediyor Irmak. Orhan Veli’sinden Faruk Nafız’ına, Ahmet Selçuk İlhan’ından Sunay Akın’ına birçok edebiyatçının, çayı şiirlerinde barındırdığını söylüyor. O esnada bizim Osman, Sunay Akın’ın şiirini gözleriyle mırıldanıyor eşine:
‘’Çay bardağında
  Bırakılan dudak payı
  Kadar bile,
  Uzak kalamam gözlerine…’’
Uzun sohbetlerin ardından kalkmam gerektiğini hissediyorum. Yıllar sonra ülkeme geldiğim gece Mutlu Çay Ocağını bulmak ve ardından bizim Jöntürk Osman’ın evinde kalmak, uzun zamandır tatmadığım çocuksu bir mutluluk katıyor bana. Ben İsveç’e gittikten sonra işleri bozulan rahmetli babam, aileyi toplayıp dedemin köyüne geri taşındıklarını yazdığından, çantamı alıp otogara gitmek üzere çıkıyorum kapıdan. Irmak yüzüme bakıyor. Yakın zamanda tekrar geleceğimi söylüyorum ona, gülümsemeye başlıyor. Ben dönünceye kadar okuması gereken yazarları sayarak ödevlendiriyorum onu. ‘’Louis Borges, Yaşar Kemal, Franz Kafka…’’  Tekrar geleceğime daha bir inanıyor böylece, el sallıyor. Nasıl ayrılacağımı bilemeden yürümeye başlıyorum. Sağ kolum kopacak gibi oluyor. Soluma alıyorum çantayı. Yürümeye devam ediyorum. Ah küçüğüm… Nasıl da aç minik beyni öğrenmeye. Öğrendiklerini sorgulamayı başarıp tartışmaya nasıl da hevesli. Daha bir günlük dostumla belli belirsiz gurur duyuyorum. Peki ya Jöntürk’e ne demeli? Ben yalnız başıma oradan oraya savrulurken, o bir aile kurmuş. Pırıl pırıl bir çocuk yetiştirmiş. İster istemez kendimle kıyaslıyorum Osman’ı. Yıllar önceki haylazlıklarımız geliyor gözümün önüne. Fark ediyorum ki ben, eski bir pikapa koyulmuş plak gibi aynı şarkıların etrafında dönerek geçmişte yaşıyorken; o, yeni demlenmiş bir çay kadar taze kalabiliyor zaman içinde.
Yoğun düşünceler eşliğinde otogara gelmiş olduğumu fark ediyorum. Biletimi kestirip çantamı yükledikten sonra bir sigara yakıyorum. Cilveli hareketlerle göğe yükseliyor sigaramın dumanı. Yavaşça öpüyorum onu dudaklarından. İçimde hissediyorum ateşini. Muavvin, otobüsün kalkış saatinin geldiğini söylüyor bağırarak. Yarıda kalıyor işveli sigaramla keyifli sohbetim. Yüreğime hüzün çöküyor yine. Osman’ı ve mutlu ailesini düşünüyorum, İsveç’e giderken de böyle hissetmiştim. İsveçli dostlarımdan ayrılırken de vardı aynı hüzün. Yaşlı annemin yanına gidiyor olmanın sevincine belki de köyün girişinde erişeceğim. Ruhum, anın hüznüne kapılmayı alışkanlık haline getirmiş ve don tutmuş bir ceket kadar ağırlaşmış üstümde. Yüzümün düşmesini etrafa çaktırmayacak şekilde otobüse biniyorum ve kendi kendime kabulleniyorum gerçeğimi; ben, vedaları beceremeyen bir ayrılık adamıyım…


Mübaşir

HAFTANIN KİTABI

 "İşte siz Avrupa’da bu sayede şeker yiyorsunuz."

    Voltaire(1694-1778), Candide adlı dev yapıtında Rousseau’nun da savunduğu “İyimser Felsefe” kuramını eleştirmiştir. Kitabın ana karakteri olan Candide saf ve dünyadan habersizdir; fakat Candide, dünyanın değişik yerlerine yolculuklar yaparak, hayal ettiği dünyanın huzur ve mutluluk içinde olmadığını görür. Aşk ve felsefenin aynı anda işlendiği bu yapıtı kitap köşemize taşıdık. Candide'yi okurken sizler de dünyayı onunla birlikte dolaşacaksınız.

   Her hafta yenilenecek olan Kitap köşemize Candide’den bir alıntıyla devam ediyor ve iyi okumalar diliyoruz...


   Candide Surinam’da karşılaştığı, sol bacağı ve sağ eli olmayan bir zenciyle konuşur.


   Candide: “Hey yüce Tanrım! Bu korkunç durumda ne yapıyorsun?”


  Zenci: “Efendim ünlü tüccar Vanderdendur’u bekliyorum.”


  Candide: “Seni bu hale sokan Vanderdendur mu ?”


  Zenci: “ Evet Efendim. Burada gelenek böyle, giysi olarak bize yılda iki kere bezden bir don verirler, şeker fabrikasında çalışırken parmağımızı değirmen taşına kaptırırsak elimizi keserler; kaçmak istersek bacağımızı biçerler. Ben bu iki belaya da uğradım. İşte siz Avrupa’da bu sayede şeker yiyorsunuz.”

ÇAKIR

      Kendime yeni yeni geliyordum. Gözlerimi güçlükle açabildikten sonra, yatağımın hemen sol tarafında bulunan pencereden dışarıya göz ucuyla baktım. Güneş, mesaisinin son zamanlarını geçirmekte gibiydi. İnsanlar koşturmaya başlayalı epey vakit olmuş diye düşündüm. Saatin kaç olduğunu tutturmaya çalıştım. Zorla da olsa sıcak yatağımdan kendimi dışarı attım. Masanın üstündeki saatime baktım. Öğleden sonra olmuştu. Bu kadar uyumak hiç alışkanlığım değildi. Gece evde nelerin olduğunu düşünerek banyonun yolunu tuttum. Aynada kendimi görünce inanamadım. Soluk benzim, kan kırmızı gözlerimi görünce arkadaşlarla beraber gece yapmış olduğumuz eğlenceyi hatırladım. Muhabbetin o sıcak tarafıyla beraber yine sınırımı aştım ve alkolü çok kaçırdım. Son hatırladığım, arkadaşlarımın beni yatağıma taşımasıydı. Olsun, yine de güzel bir geceydi. Geceden bana kalan tek şey lanet olası baş ağrısıydı. Kafamın içinde bir insan topluluğu hoyratça bir taraftan diğer tarafa koşuyordu. Sanki depremler oluyordu beynimde. En iyisi dışarıya çıkıp herhangi bir yerde acı bir kahve içmekti. Odamın dağınıklığını bahane edip ne bulduysam onu üstüme giyip kendimi evden dışarı attım. 
      İnsan kalabalığına, sokağa benim için günün ilk adımını attım. Soğuk ama bir o kadar temiz hava yüzüme çarpınca kendime geldiğimi hissettim. Gözlerimi gökyüzüne dikip dolu dolu bir nefes çektim içime. Ciğerlerimi son haddine kadar doldurdum. Bakışlarımı gökyüzünden ayırıp yolun karşısına çevirdiğimde yine karşımda onu gördüm. Çakır gözleriyle biraz hüzünlü biraz da sinirli bakıyordu. Bakışlarının arasında dün akşam olanlar hafızamda canlanmaya başladı. Akşam eve döndüğüm sırada apartmanın giriş katındaki koridora uzanmış kendisine dışarının soğukluğundan daha sıcak bir yer bulmanın mutluluğuyla keyif sürüyordu. Ben apartmana girince o yılışık, sanki yıllar boyu arkadaşmışız gibi bakışlarını bana çevirmez mi? Sinirim daha da arttı, bir kaç saate arkadaşlarım gelecekti. Onun burada görülmesi rezaletti. Bunları düşünerek bağırıp çekiştirerek onu dışarı attım. Evsizlerin yeri bence sokaktı ya da belediyelerin onlar için bir sürü alanları vardı. Hem apartman sakinlerine de rahatsızlık verebilirdi. Daha önce de buralarda sık sık görmüştüm onu. Hiç konuşmadık. Bir adı var mı yok mu bilmiyorum; ama ben ona göz renginden dolayı çakır diyorum. Hayatını çöp karıştırarak devam ettirirdi. Gözlerinin çakır rengindeki hüznün neden kaynaklandığını merak etmekten kendimi alamadım. Başımın zonklaması ile kendime geldim. Çakıra aslında akşamki sert çıkışımdan dolayı bir özür borcum vardı ama ondan önce yapılacak daha çok işim olduğundan sonra diyerek geçirdim içimden ve yürümeye başladım. Önce acı bir kahve içmek için evin az ilerisindeki kafeye uğradım. İçtiğim acı kahve biraz kendime gelmemi sağladı. Gün içerisinde uğraştığım işlerle vaktin nasıl geçtiğini anlamadım. Eve dönerken havanın çoktan kararmış olduğunu fark ettim. Saatim 22:30’du. Kışın yüzünü iyice gösterdiği bugünlerde eve yürüyerek gitmemi sağlayan tek neden hafif yağmur yağışı idi. Bu ince yağmur altında içilen sigaranın tadı bambaşkaydı. Havanın soğuk olması bile bu tadı değiştirmiyordu. Yol üstünde yılbaşı bileti satan ablanın sözleri beni etkilemişti. ‘Neden bana çıkmasın’ diye düşünerek bir çeyrek bilet alıp yoluma devam ettim. Hayaller kendiliğinden oluşmaya başladı. 2 gün vardı yılbaşına.Kırk küsur saat sonra milyoner olmuş olmanın hayali bile gülümsetmişti. Bu hayaller aklımdan geçerken kendimi evin sokağında buluverdim. Sokağa geldiğimde bir eksiklik olduğunu fark ettim o sessiz Çakır yerinde yoktu. Etrafı göz gezdirdim ama görünürde de yoktu. Aklıma yine apartmana girmiş olabileceği geldi. Bu sefer kızmayacaktım. Hatta evime almayı düşünerek apartmana yürüdüm. Arkadaşlık etmeyi deneyecektim. Apartmana girdikten sonra aradım, bütün katlara baktım ama göremedim. Giriş katındaki evimin kapısını açınca içeriden yüzüme vuran yoğun anason kokusu midemi kaldırmaya yetmişti. Eve girdikten sonra hemen odama yöneldim. Penceremi açtıktan sonra odamın kapısını kapatıp içeriden kokunun gelmesini bir nebze engellemeye çalıştım. Açık penceremden dışarıya baktığımda az önümde park edilmiş arabaları gördüm. Bunları izlemek yerine uyumam gerektiğini düşündüm. Dünün yorgunluğuyla beraber yatağıma uzandım. Dışarıdan gelen soğuk havanında etkisi ile yorganıma sıkıca sarıldım. Hemen uyumuşum çok üşüdüğümü hissederek uyandığımda insanların işlerine gitmek için hareketlendiği saate denk geldiğini anladım.
      Penceremden dışarıyı izlerken boğuk bir motor sesiyle beraber bir çığlık duydum. Az ilerideki arabadan gelen bu sese şoförde şaşırmış hemen arabadan inmiş motor bölümüne yönelmişti. Bende acele evden çıkıp arabanın yanına gittim. Yerde yatan parçalanmış bedeni gördüğümde kanım çekilmişti. O son çığlığı atan Çakır'dı. O gün apartmandan çıkarmış olmamın bedeli bu olmamalıydı. Çakır, ısınmak için girdiği motor kapağından parçalanmış olarak çıktı.
       
 

Kovadis


 

KAYGUSUZ ABDAL ADINA ŞİİR VE KISA ÖYKÜ YARIŞMASI


ŞİİR YARIŞMASI ŞARTLARI:


1- Yarışmada konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde (internet siteleri dahil) yayımlanmamış en fazla iki şiir ile katılınabilir.

2- Şiirler, 12 punto Times New Roman karakterli bilgisayar ya da daktilo ile yazılacak; beş nüsha çoğaltılıp, posta ile PK: 66 Alanya/ Antalya adresine ve, bir nüsha e-posta yoluylaalanyaguncel@gmail.com gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu tutulamaz.

3- Şairler, gerçek isimleri ile yarışmaya katılabilirler. (Mahlas kullananlar ayrıca belirtebilirler)

4- Katılım süreci 1 Temmuz 2013 tarihinde başlayıp, 24 Ocak 2014 tarihinde sona erecektir.

5-Katılımcılar, 1’er özgeçmiş, vesikalık fotoğraf ile yazışma adresi, telefon, e-posta ve varsa faks gibi iletişim bilgilerini ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.

6- Ödüller; Kaygusuz Abdal Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Alanya Kızılkule, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir.
Seçici kurul: Prof. Dr. Tuğrul İnal / Yar. Doc. Dr. Mehmet Yardımcı / Hasan Uğur TAŞÇI / Metin TURAN / M. Demirel BABACANOĞLU

    KISA ÖYKÜ YARIŞMASI ŞARTLARI:
1- Yarışmada konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde (internet siteleri dahil) yayımlanmamış en fazla bir öykü ile katılınabilir.

2- Öykü, 12 punto Times New Roman karakterli bilgisayar veya daktilo ile en fazla 4 sayfa olarak yazılacak; beş nüsha çoğaltılıp, posta ile PK: 66 Alanya/ Antalya adresine ve, bir nüsha e-posta yoluyla alanyaguncel@gmail.com gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu tutulamaz.
3-Yazarlar gerçek isimleri ile yarışmaya katılacaklardır.

4-Katılım süreci 1 Temmuz 2013 tarihinde başlayıp, 24 Ocak 2014 tarihinde sona erecektir.
5- Katılımcılar, 1’er özgeçmiş, vesikalık fotoğraf ile yazışma adresi, telefon, e-posta ve varsa faks gibi iletişim bilgilerini ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.

7-Ödüller; Akdeniz Öykü Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Kızılkule, Güncel Sanat ve Seçici Kurul Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir.

8- Kazananlar seçici kurul değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.
Seçici kurul: Öner YAĞCI / Bilge ÖNGÖRE/ / İlhan SOYTÜR/ Doç. Mihrican AYLANÇ / Arslan BAYIR
– Her iki yarışma için öğrenci müracatları olursa, yaş gruplarına göre değerlendirlecektir.
– Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu tutulamaz.
– Sonuçlar:15 Mart 2014 tarihinde açıklanacak, ödüller töreni daha sonra belirlenecektir.
– Yarışma ödülleri: Kitap seti, kazandı belgesi ve plaket verilecektir. – Yarışmalar için, alanyaguncel@gmail.com ve 0532 409 4521 numaralı telefondan bilgi edinilebilir.

 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı