öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ölüme Giden Yol





Saat geç olmuştu ve çok yorulmuştum. Acıta acıta içtiğim kadehlerin de etkisiyle uyuyakalmışım. Yatağıma nasıl gittiğimi bilmiyorum ama nasıl uyandığımı hayal meyal hatırlıyorum. Ancak bir Çinlinin yapacağı işkenceydi ve ben buna karşı gelmeye çalıştıkça o daha da artırıyordu şiddetini. Bir giyotin inceliğinde ve darağacı uzunluğundaydı, kulaklarımı adeta parçalıyordu telefonun sesi ve bedenim de eşlik ediyordu sanki. Telefon inatla çalıyor ve işkencenin süresini uzatıyordu. Baş edemeyeceğimi anladığımda telefonu elime aldım. Saat 3 civarıydı. Arayan Esra’ydı. Neden bu saatte ısrarla aradığının şaşkınlığıyla ve durumun anlamsızlığıyla, tekrar aradığında açtım telefonu. “Alo. Okan’ı hastaneye kaldırmışlar ben oraya gidiyorum yoldayım şuanda sende koş gel çabuk. Meira Hastanesine kaldırmışlar” dedi. Kulaklarıma inanamamakla birlikte “Orası nerede?” diye soruverdim. Aldığım cevap: “Asmalıbahçe’de Uğurlu caddesinin üstünde” idi. Tamam diyerek telefonu kapattım fakat üzerime birden büyük bir yük bindi sanki. İçim acıdı, üzüldüm ve şaşkınlık hissettim. Ayrıca başım da çok ağrıyordu.

Üzerime elime geçenleri hemen giydim. Sonra kendimi evimin kapısını kilitlerken buldum. Genellikle kapımı kilitlemezdim, zaten çalınabilecek bir şey de yoktu içeride ama kilitlemiştim. Merdivenlerden hiçbir şey düşünmeden indim ve apartmanın kapısını açarak dışarı çıktım, kapı önünde bir süre duraksadım. Gecenin soğuğu öyle vurdu ki yüzüme, üzerimde insanların beni arkamdan vurmasıyla aynı etkiyi yarattı, kendime gelmemi sağladı. Yavaş adımlarla yürümeye başladım, hala alkolün etkisindeydim ve baş ağrımın şiddeti gittikçe artıyordu.

Bir taksi bulmak için caddeye doğru yürümeye karar verdim. Caddeye çok uzakta oturmuyordum, 5 dakikalık mesafem vardı. Bu yolu, yaklaşık son yarım saatimi anlama çabalarımla bitirdim. Caddeye çıktığımda taksinin geçmesi için beklemeye başladım. Bazen taksi bu caddeye adım attığımda çıkıverir karşıma bazen de uzun süre bekletir. Muhtemelen şuan bekleyeceğim bir müddet. Gecenin bir yarısı taksi gelir miydi acaba? Bu saatte hiç taksi beklememiştim burada. Taksi durağına mı gitsem?

Taksi durağına varmak üzereyim. 20 dakika yürüdüm ama orada beklemektense yürüyerek buraya gelmek daha cazipti benim için.

“Merhaba. Acilen bir taksiye ihtiyacım var.”

“Tabii efendim.”

Şoförlerden birisi yanıma geldi ve duraktan birlikte çıktık. Şoför en öndeki taksinin kapı kilitlerini elindeki anahtarın tek tuşuyla açarak: “Buyurun” dedi. Araca bindim. Şoförde bindi ve aracı çalıştırdı. Kısa süre gittik ve bana dönerek: “Nereye efendim?” diye sordu. “Meira Hastanesi. Hızlı olalım biraz.” diye yanıtladım. Taksici bir hışımla önüne dönerek hızını artırmaya başladı. Hala tam olarak kendime gelememiştim. Telefonu elime aldım ve saatin 4 olduğunu gördüm. O sırada diğer arkadaşlara da haber vermem gerektiğini hatırladım. Murat’ ı aramalıydım. O diğer herkese haber verir zaten.

Telefonumun rehberinden Murat’ın numarasına bakarken şoföre: “Hastaneye gitmeden önce Gümüşköy’ den bir arkadaşımı alacağız, sahil yolundan.” dedim. “Tabii efendim” cevabını aldıktan sonra Murat’ı birkaç kez aradım. Telefonda “Alo” sesini duyduktan sonra: “Murat! Okan’ı hastaneye kaldırmışlar. Ben taksideyim şimdi seni almaya geliyorum.” Dedim. “Tamam” dedi. Sonra telefonu kapattım. Sanırım Murat’ın Çinlisi de ben oldum.

Sahil yoluna girdiğimizde şoföre biraz yavaş gitmesini rica ettim. Şimdi yolda taksiyle yavaşça ilerliyoruz. Murat’ ı gördüğümde şoföre durmasını söyledim. Murat hemen taksiye binerek: “Ne olmuş Okan’a?” diye sordu. Cevabım: “Bilmiyorum” oldu.
Kısa bir sessizlikten sonra Murat tedirginliğini en içten şekilde ifade etti:

“Umarım Okan’ın önemli bir şeyi yoktur.”

“İyi düşünelim iyi olsun kardeşim. Beyhude üzülmeyelim şimdi.” Ben de tedirgindim fakat soğukkanlı olmalıyım. Sonuçta birinin bunu yapması gerekiyor.

Murat’ ı aldıktan sonra yarım saat taksiyle yolculuk yaptık. Her geçen dakika, Murat ve beni iyice geriyor. Bu sebeple şoföre dönerek ne kadar yolumuzun kaldığını sordum. Şoför: “10 dakikaya hastanedeyiz” diyerek aracın hızını biraz daha artırdı. O sırada Bekirpaşa Viyadüğü yazılı tabelayı gördüm. Hemen ardından diğer yoldan çok süratli bir aracın başka bir araca çarptığını, hızlı olan aracın bizim yolumuza takla atarak girdiğini, bize doğru geldiğini gördüm. Şoför büyük bir korkuyla frene asıldı fakat fayda etmedi. Şiddetli bir çarpışma sesini işittim ve taksi kontrolden çıktı, bariyerlere çarptı, bariyerler aracı durduracak güce sahip değildi. Aracımız bariyerleri adeta ezerek geçti ve ardından viyadükten aşağıya doğru düşüğümüzü gördüm. Tanımlayamayacağım bir korku içindeyim. Tekrar bir çarpma sesi işittim, ardından birkaç taklayla birlikte derenin kenarındaki ağaca çarparak araç durdu. Başım yaralanmıştı ve kanlar boynumdan göğsüme doğru akıyordu. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ne yapmam gerekiyor? Hareket edemiyorum, sanırım sıkıştım.

“Murat! Şoför Bey! Hey! İyi misiniz? Ses verin.” Sesleri çıkmıyor. Telefonumu çıkarmalıyım. Ah! Kolum. Hareket ettiremiyorum. Allah’ım yardım et bize. ”Murat! Duymuyor musunuz? Ses verin bana. Hey!”

Çabalıyorum ama bir türlü hareket edemiyorum. Sıkışmasaydım çıkabilirdim belki araçtan. Murat ile şoförü de çıkartırdım. Ambulans sesi mi bu? Evet, ambulans sesi, uzun süre geçti sanırım kazayı yapalı. Bir an önce gelip kurtarsalar bizi. Hastaneye giderken her dakika saatler gibi geliyordu, şimdiyse her dakika saniyeymiş gibi. Sanırım, insanın; hiç bitmesin dediği anlarda zaman çabuk geçiyor. Hayatımın bitmesini istemiyorum. Çok yorgun hissediyorum kendimi. Gözlerim kapanıyor. Acaba hastaneye kadar gidebilir miyim? Belki de hastanede açabilirim gözlerimi...


Nevmit Balıkçı

Özgürlüğün El Kitabı

                                         


  1.Bölüm

    'Sana bir sır vereceğim' dedi 6 numaralı personel. 3 katlı alışveriş merkezinin en üst katında, hamburger satan reyonun mutfağında. Üstünde kırmızı yatay çizgili önlük ve kırmızı şapka vardı. Yıllardır hamburger satmış ve henüz tadına bakmamıştı. 'Söyle' dedi 8 numaralı personel, bir büyük boy hamburger ve büyük boy kola hazırlarken. 2 ay önce başlamıştı işe ve hamburgerden nefret ederdi.
    'Bir hafta önce evime bir posta geldi' dedi 6 numara. 'Üstünde adım yazıyordu ve içinde bir kitap vardı. Kitabın adı: Özgürlüğün El Kitabı. ‘Kitabın ilk sayfasında altın tozundan harflerle adım yazılı ve benim kutsal kitabım olduğu yazıyor,’ dedi.8 numara bir orta boy kola hazırladı ve içine büyük boy bir tükürük bıraktı. 'Bir orta boy kola' diye bağırdı. Devam etti 6 numara, 'Kimin gönderdiğini bilmiyorum ama galiba birileri benim kurtuluşumu istiyormuş' dedi. 'Ne kurtuluşu?' dedi 8 numara. 6 numara yanı başındaki dolaptan çıkardı kutsal kitabını. Kırmızı kapaklı kalın bir kitaptı, okumaya başladı.
    'Bilinçlenmeliymişim' dedi. 'Kurtuluşum kendi elimdeymiş.Proleterlerin kurtuluşu proleterlerin elindeymiş.' 'Proleter?' dedi 8 numara. 'Bilmiyorum' dedi, 'Ama bizim gibileri kastediyor herhalde' ve devam etti. 'Bilinçlenmeliymişiz. Sistemi değiştirebilmenin tek yolu buymuş. Bilinçlenmek. Oysa ki sistem bunun gerçekleşmemesi için her yolu denermiş. Amaçları buymuş; Düşünmememiz. Bir çok yöntemleri varmış bunun için. En önemlisi yoğun çalışma saatleri ve ağır çalışma ortamları, televizyon, hiç bitmeyen ucuz diziler, popüler müzikler, moda, sahte gündemler, kafeler ve daha bir çok şey ve burası. Hayatımızın yarısı uyuyarak diğer yarısı da uyutularak geçermiş. Ve bu düzenin adı da popüler kültürmüş'. 8 numara fırından bir tavuk burger aldı ve burnundan çıkardığı kendi yapımı olan yeşil bir sos ekledi üstüne. Birlikte kızarmaları için bıraktı fırına. 'Burası derken?' dedi.
   Okumaya devam etti 6 numara. 'Alışveriş merkezleri' dedi. 'Sahte mutluluk dağıtan sahte yaşam merkezleri.İnsanların daha çok para harcamasını, bunun için de daha çok para kazanmasını dolayısıyla daha çok çalışmasını sağlamaları için dizayn edilmişler. Paraya daha fazla bağlanmamız için varlarmış. Amaçları paraya tapan alışverişkolikler yetiştirmekmiş. Aslında burada sunulan hiç bir şey insanlığın gelişmesi için değilmiş. Her şey sistem için varmış. Bizler de bunun için burdaymışız. Bunu biliyor muydun?' dedi ve bir süre es verdi 8 numaranın cevap verebilmesi için. Cevap alamayınca devam etti okumaya. 'Alışveriş merkezleri içindeki kafe, restaurant, sinema ve eğlence merkezleri' dedi. 'Hepsi insanların buralarda daha çok zaman geçirip daha çok para harcaması içinmiş.'
   Bir başka personel, 'İki adet ekstra menü' diye bağırdı ve 6 numara kitabı bırakıp fırına geçti. Bu arada 8 numara on dakikadır pantolonun içinde sakladığı patatesi çıkardı ve doğramaya başladı. Menüler hazırlandı ve teslim edildi. Devam etti 6 numara. 'Sistem diye bir şeyden de bahsediyor. Sana sistemden bahsedeyim biraz' dedi. Hamamda çıplakken suyun kaldırma kuvvetini farkeden Arşimet kadar heyecanlıydı. Yepyeni bir şey keşfediyor gibiydi. Oysa hem su Arşimet'ten önce devam ediyordu üstüne aldığı her şeyi kaldırmaya hem de sistem 6 numaradan önce devam ediyordu altına aldığı her şeyi ezmeye. Ama ne fark ederdi ki. Görmediğimiz şeyler yoktu aslında. 'Kapitalizm' diye bir şey duydun mu hiç?' dedi 6 numara. 8 numara pek ilgili gibi görünmüyordu. Devam etti okumaya, ' Sistem' dedi. 'İçinde bulunduğumuz sistem, paraya dayalı bir sistemmiş. Bir piramit gibi düşün. En altında bizler varız. Üste çıktıkça yaşam standartları artıyor ve onların daha iyi yaşaması için bizlerin daha kötü yaşaması gerekiyor. Çünkü onlar için iyi olan her şey, bizim için kötü. Çünkü onların mutluluğu için bizim mutsuzluğumuz gerekli. Çünkü bizler onları zengin etmek için varız. Çünkü bizler onların arabasını yıkamak, çöplerini boşaltmak, çocuklarına bakmak, ay sonu hesaplarını tutmak ve bizim yaptığımız gibi karınlarını doyurmaları ve bunu yaparken daha zengin görünmeleri için varız. Biz onların kendilerini daha iyi hissetmeleri için varız' dedi ve ekledi. 'Aslında bizlere ihtiyaçları var. Bizler olmadan kıçlarını bile silemezler. Ama bu içine sıçtığımın sistemlerinin devamı için bunun farkına varmamamız gerekliymiş'. 'Vay amına koyayım' dedi 8 numara.
   'Dinle bak, kitabın arka kapağında ne yazıyor' dedi. 'Demokrasinin en büyük...'. Cümlesini tamamlayamadan iki hamburger siparişi daha geldi ve 6 numara kitabı bırakıp ekmekleri hazırladı. Bu arada 8 numara, 6 numaranın hazırladığı ekmekleri yalıyordu. Siparişler hazırlandı ve 6 numara devam etti. 'İşçi sorunlarından da bahsediyor' dedi.
   'Maaşımızı verenlerin öğle yemeği parasını kazanabilmemiz için bir ay boyunca çalışmamız gerekmiş. Dünyanın her yerinde böyleymiş bu durum. Kaç çocuğumuzun olduğu, onların masraflarını nasıl karşıladığımız, hangi şartlarda yaşadığımız, en son ne zaman adam gibi eğlendiğimiz kimsenin umrunda değilmiş. Herhangi bir sosyal güvencemiz yokmuş çoğu zaman. Sözleşmemiz yokmuş ve her daim işten kovulmakla tehdit ediliyormuşuz. Çoğu çalışanın sağlık güvencesi bile yokmuş. Çünkü ölmemiz kimsenin umrunda değilmiş. Çünkü çok fazla varmış bizlerden.' dedi ve 'Biliyor musun?' diye sordu. 'Dünyada her yıl binden fazla maden işçisi ölüyormuş. Kimsenin umrunda değilmiş hiç birinin ölümü, çünkü sonraki yıl daha farklı bin işçi bulmak onlar için sorun değilmiş. '8 numara onaylarcasına kafasını salladı ve 'İlginç' dedi. 'Evet' dedi 6 numara devam etti, 'Evet ilginç ama kitabın ikinci bölümü çok daha ilginç'. Kutsal kitabını koltuk altına aldı ve yıllardır çalıştığı hamburger reyonunu sessizce terketti. Önlüğü ve şapkası üstündeydi hala.
                                                          
                                                         2.Bölüm

    Yarım saat sonra alışveriş merkezinin idari katındaydı 6 numara. Yürüyor ve bir yandan da kitabını okumaya devam ediyordu. 'Kurtuluş gerekli bizlere. Kaos gerekli. Bir patlama. Her şey bir patlamayla başlar. Her şeyin başlangıcının habercisi olacak bir patlama gerek bizlere. 'Kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı ve aradığı sayfayı buldu. Okumaya devam etti, sanki hala 8 numarayla konuşuyormuş gibi okudu. 'Çoğu alışveriş merkezlerinde güvenlik sistemi sanılandan çok daha zayıfmış. Çünkü onlar aslında yönettikleri halka dolayısıyla kendilerine fazlasıyla güvenirlermiş. Çünkü onlara göre, egemen oldukları halk onlara zarar vermeyecek kadar uysalmış. Çünkü asıl yönetim şekilleri kurallarla değil, korkularlaymış'.
   Koridorda ağır adım yürüyor ve kitabını okumaya devam ediyordu. 'Alışveriş merkezlerine çakı sokmak yasakmış, ancak süper market reyonundan döner bıçağına kadar her türlü bıçağı satın alabilirmişsin. Üzerindeki bütün metaller dedektörlerle kontrol edilirmiş ama bir silahı veya patlayıcıyı çok rahat içeriye sokabilirmişsin. Başka bir cismin arasında veya içinde. Şemsiye örneğin veya bir hediye paketi. Ya da bir kitap. Kırmızı kapaklı, kalın bir kitap. 'Sayfayı çevirdi ve sonraki sayfaların içine gömülü antika tabancayı çıkardı. Başka cinayetler çağından. 1896 yapımı, Nagant marka bir Rus silahı. Kitabı gönderenin bir hediyesiydi. Silahı eline aldı ve kitaba odaklandı yine. Silahtan arda kalan sayfaları buldu ve okumaya devam etti. 'Her birimiz kendi kaosumuzu yaratmalıymışız. Kendimize borçluymuşuz bu görevi. Buna ihtiyacımız varmış. Ve bu kaos için en uygun zamanı bilmek gerekiyormuş'. Okumayı bıraktı ve konuştu, 'Benim en uygun zamanım şu an. 'Kitabı kapattı ve başını kaldırdı.Toplantı salonunun önündeydi. İçeride yönetim kurulu toplantısı yapılıyordu.
    Bir kapı, kendisi ve bir tekme. Kapı açıldı. Masanın başında oturan büyük patronla göz göze geldi. Alışveriş merkezinin en büyük hissedarıyla... Silahın namlusuyla aynı hizaya getirdi patronunu. Bir kaç gülünç çığlık sesi duydu. Kitabını okumaya devam etti. 'Hiç bir kural ya da hiç bir yasa kurtuluşa çare değil. Hiç kimse bizlerle değil. Ve şiddet. Eşitliğin tek çaresi biraz şiddet. Bize gösterilenden daha azı belki. Çok daha azı. Şiddet gerek bizlere. 'Bu kez iyice eşitledi patronuyla namlunun açısını ve düşündü, 'Belki de yanlış yapıyorumdur.' Silahın horozunu indirdi aşağıya. 'Belki de bir ailesi vardır.Belki de ölümü hak etmiyordur.' Bastı tetiğe. 'Belki de özgürlüğün daha masum bir yolu vardır.' Çekti elini tetikten.İlk patlama geldi. Yere yığıldı patronu. Oturduğu masa başı sandalyesi boştu artık. Sayfanın üzerindeki beyin parçalarını temizledi. Kitabındaki patronlarını gönderdi ve devam etti okumaya.
    'Her şey neden-sonuç ilişkisine bağlıdır. Ölüm de dahildir buna. Hiç bir ölüm sebepsiz değildir. Her ölüm bir amaç içindir.' Diğer patrona baktı ve 'Sizler iyi bir amaç uğruna öleceksiniz. Yaşamınızda olmasa da ölümünüzde kurtuluşa hizmet edeceksiniz.' dedi. Bastı tetiğe. İkinci patlama geldi. Bir anda üç adet güvenlik görevlisi ve üç adet silah sardı arkasını. Okumaya devam etti. 'Bu aşamada amatör bir kaç silahşörle karşı karşıya kalacaksın belki de. Belki hepsi de ilk kez silah tutuyor olacaklar. Belki de hepsi de ateş edemeyecek kadar masum olacak.' Arkasını döndü ve güvenlik görevlilerine baktı. Silahını tanımadığı bir başka patrona tuttu bu kez.
   Okumaya devam etti. 'Her şey bir patlamayla başlar ve arkasından diğerleri gelir. Her seferinde daha büyüğü...' Sayfaları karıştırdı ve aradığı sayfayı buldu. 'İlk patlamayı onlardan beklemelisin.Onların sisteminden...Tüm büyük binaların ısıtma sistemleri tek yerden yönetilir ve onları dengeleyen bir soğutma sistemleri vardır.Soğutma sistemleri son derece basit mekanizmaladır.Göstergelerle çalışır.Soğutmayı durdurmanın yöntemi soğutma yolunu engellemektir.Bağlantıyı kesmekle başlanılabilir.Sistem soğumaz ve yeterli ısıyı aştıktan sonra patlama gerçekleşir.' Konuştu 6 numara. Bir yemek kitabını okuyup, uygun tarife göre yemeğini hazırlayan bir aşçı edası vardı artık vücudunda. Sayfaları okuyor, söylenenleri yapıyor ve daha sonra bunu teyit ediyordu. 'Evet,ben bu işi yarım saat önce hallettim.' Isıtma sistemi patladı ve alev aldı. Dördüncü patlama gerçekleşti. Bu arada bir başka ortak beşinci patlamayı öğrenemeden yere yığıldı. Kalbinin iki santim altında, altılık bir mermiyle...
   Okumaya devam etti. 'Her patlama bir sonrakini ateşler.Son moda mimarilerde ortalama ikiyüz metreye bir kolon düşer ve her kolon eşit miktarda yük taşır.Birinin yıkımı bir diğerini etkiler.Ve yıkım için her birine bağlı bombalar gereklidir.Bombaların kurulumu için depo katı kullanılabilir.Hem yıkımı hızlandırmak hem de bombaların bulunma riskini azaltmak için...Bunun için potasyum klorüt,talaş tozu ve napalm kullanabilirsin.Bu şekilde ilkel bir dinamit yaratılabilir.Patlamanın etkisini arttırabilmek için nitrogliselin ve direk akımlı elektrik devreleri gereklidir.Yeterli miktarda kullanarak koca bir şehri bile havaya uçurabilirsin.' Bu tarifi de hazırlamıştı.Durdu ve konuştu. 'Dün gece alışveriş merkezinde nöbetçiydim ben, hanginizin haberi vardı bundan?' Hiç birinin haberi yoktu. İçinde bulundukları durumda kimin nöbete kaldığı, kimin kalmadığı umurlarında bile değildi. Alışveriş merkezinin nöbetini cehennem melekleri bile tutuyor olabilirdi. Bir önemi yoktu şu an için, onlar adına daha önemli bir konu vardı şimdilik, hayatta kalmak. Beşinci patlama gerçekleşti ve ilk kolon yıkıldı.
   Alışveriş merkezi boşaltılmaya başlandı. Her şey planlara uygun gerçekleşti. Bir kaç adet acil durum planları bulunmasına rağmen, hiç bir zaman acil bir durum beklemiyorlardı. 6 numara kitabı okumaya devam etti. 'Eğer bir yeri havaya uçuruyorsan dikkat etmen gereken şey o yerin içinde bulunmaman gerektiğidir. Çözüm başka birini ikna etmekdir ya da kurtuluş için ölümü göze almalısın.' Durdu ve düşündü. 'Benim ikna edebilecek kimsem yoktu.' Güvenlik görevlileri terk etti odayı. Kaçmaya çalışan bir yönetim kurulu üyesi sırtından aldığı mermiyle kapı önüne yığıldı. İkinci kolon yıkıldı.Bina sallanmaya başladı.
   Alışveriş merkezi tamamen boşaltıldı; Toplantı salonu dışında. Ardarda üçüncü ve dördüncü kolonlar yıkıldı. Ardarda ikinci ve üçüncü yönetim kurulu üyesi kapattı gözlerini. Daha sonra tüm kolonlar yıkıldı birbiri ardına. Son ve en büyük patlama da gerçekleşti. Kalan ortaklar, binalarının ve sistemlerinin altında kalarak öldüler. Kutsal kitabı, 6 numaranın önüne düştü ve son kez açtı kitabını. 'Önemli olan görmek istediğin değişimin bir parçası olabilmektir. Önemli olan ilk patlamayı gerçekleştirebilecek cesarete sahip olabilmektir. Artık azledildin. Her şey bitti. Artık tamamen özgürsün'. Kalan son gücüyle yarım kalan kapak yazısını okumaya çalıştı. 'Demokrasinin en büyük...'. Cümlesini tamamlayamadı. 6 numara güldü. 6 numara öldü.
   Yıkılan binanın dışında 8 numara koşuşan kalabalığı seyrediyordu. Cebinden en ucuzundan bir sigara paketi çıkardı. Yaktı birini. Ve düşündü içinden, 'Eğer bir yeri havaya uçurmak istiyorsan dikkat etmen gereken şey o yerin içinde bulunmaman gerektiğidir. Çözüm başka birini ikna etmektir.' Ve 6 numaranın tamamlayamadığı kapak yazısını fısıldadı dışından, 'Demokrasinin en büyük düşmanları hallerinden memnun olan kölelerdir.'

Kayra



Monolog




Telefonu kapatıyorum.

Yeliz, tedirgin biçimde bana bakıyor. Kendimi daha rahat hissediyorum. Aksine sokak sakinleri, kendi rahatlarının kaçtığını belli eder bir tavırla, gözlerini açmış beni süzüyor. Pencerelerde beliriveren insanları fark ediyorum karşıdaki apartmanda. Restoranların terasından kafasını merakla sarkıtanlar, tiyatro sahnesine çıkmış bir oyuncuymuşum gibi hissettiriyor beni. Onların bakışına kayıtsız kalmaya çalışıyorum. Henüz sokağa yeni girdiğimizde, kafede oturan insanların yoğun sohbet ve kahkahalarıyla çıkardığı sesin, gecenin sakinliğiyle nasıl da zıtlık yarattığını düşünürken; sokağın sonunda, geceyi kendi doğal sükûnetine kavuşturan bir peri oluveriyorum adeta. Sadece, elimde sihir çubuğu yerine telefonum var şuan. Ve periliğe bürünmemi sağlayan tek şey,  saniyeler önce koca gürültüyü bıçak gibi kesen çığlığım…

***

Son zamanlardaki buhranlı günlerim canımdan bezdirdi beni. Üç ay önce abim vefat etti. Benim için abimin değeri ne kadar büyük bilseniz, beni çok iyi anlarsınız. Belki de anlayamazsınız; çünkü o, hiçbir abiye benzemezdi.

Abimin yasını tutmuş ve dünyanın geri kalanını, kafasını toprağa gömen bir deve kuşu kadar umursamaz olmuştum. Bu durum işimi kötü etkiledi. Şirket için yıllarca didinişim, bir aylık bocalamayla çöplüğü boyladı. Zaten öyledir, şirketler harçlık veren akrabalara benzemez. Vefadan uzak, anlayıştan yoksun, tinsel gerçeklikten bihaber; kar amacına kenetlenmiş birer mitolojik canavar gibidirler. İçimde asi bir ruh barındırıyorken, bahaneler sıralayıp anlayış beklemek bana göre değildi. Şikayetlerin sıklaşmasıyla birlikte bana kapıyı gösterdiler. Hay hay, o kapıyı her gün çalışma ihtirasıyla açan bendim. Nitekim yerini iyi biliyordum. Fakat durumum bununla da kalmadı ve bundan iki hafta sonra Tolga’yla aramız bozuldu. Hemfikir olmak zordur, bunu yapabiliyorduk; ama hemhal olmak daha da zordu. Benim solgun bir çiçeği andıran dökülüşüm, Tolga’nın hiç de hoşuna gitmiyor ve bunun patolojik bir durumu doğurmasından korkuyordu. Bense hüznümü yaşamaya soyunmuştum, kafamı başka bir olaya yoramayacak kadar bitkin hissediyordum kendimi. Yıllar önce okuduğum bir kitapta Albert Camus’un ’’Bir insan söyledikleriyle olduğu kadar, bir de söylemedikleriyle insandır,’’ sözü yer alıyordu. İçimde yaşayıp dilime ulaşamayan çok şey vardı belki benim de. Ve bu içe dönük yanım, Tolga için dayanılmaz bir hal almış olmalı ki, evlerimizi ayırmanın iyi olacağını söyleyip gitti. Ne yapmam gerekiyordu, üzülmek mi? Üzülemiyordum. Tolga’nın hep benim olduğunu düşünüyordum çünkü. Evimden gitse de, dönüp gelecekti bana. Peki abim? Geriye bıraktığı tek şey aklımdan çıkmayan küçüklüğümüzdü. Ve artık, asla eskisi gibi bana sahip çıkmaya çalışamayacaktı.

***

O sokaktan ayrılıp yavaşça yürüyoruz. Kafamda sürekli son üç ayın tekrarı dönüyor. Yakın çevremizle sıkça geldiğimiz bir balıkçıya oturuyoruz Yeliz’le. Yüzüme bakıyor, buraya gelinceye dek kafamı dağıtmak için çok uğraştı. Karnımız da guruldamaya başlamışken, yarım saat önceki olayın bahane olacağını söyleyip beni buraya getirdi. Hep böyleydi, anaç tavırlarıyla huzur salardı etrafa. Akşamüzeri eve geldiğinde beni yine dışarı çıkmaya ikna eden o oldu. Şimdiyse karşımda ve yine aynı merhamet kokan tavırla siparişimizi vermeye başlıyor. Konuşmama gerek yok, o derdin devasını bilen bir ebeveyn edasıyla davranıyor. Balığın yanına bir rakı açtırıyor. Bense çantamı ve makinemi kenara yerleştiriyorum. Daha önce heves edip amatörce başladığımız fotoğraf uğraşına, Yeliz’in ısrarı sonucu devam etmeye karar vermiş ve bugün makinemi de yanımda getirmiştim. Hatta son günlerde hiç olmadığım kadar keyifli çıkmıştım evden. Olsa olsa bundan dört beş saat kadar öncesiydi. Akşamüzeri marinaya inip deklanşöre basmakla vakit geçirdik. Hava karardıktan sonra şehir içine dönüp ayaküstü sohbetimizi sürdürdük. Birkaç gece çekimi yaptıktan sonra o sokağa girip yürümeye başlamıştık. Telefonum çaldı, arayan Tolga’ydı. On gündür hiç konuşmuyor oluşumuz, ekranda onun isminin belirişiyle birlikte, yoğun bir özlem duygusu hissettirdi bana. Halbuki telefonu açtığımda onun sesinde aynı duyguya dair hiçbir titreşim yoktu. En sonunda bana ayrılmak istediğini söylemesiyle son aylarda yaşadığım tüm olumsuzlukların ağırlığı belimi kırdı, gırtlağıma vurdu ve bilinçsizce bağırdım. Ağzımdan ne çıktı hiç bilmiyorum, sadece haykırdığımı ve çığlık attığımı hatırlıyorum. Atmosfer basıncı mı artmıştı, kan mı kaybediyordum;  söylediklerini dinlerken kafam ağırlaşmış, göğsümde gittikçe büyüyen bir sızıyla, birden patlamıştım. Nerede olduğumun bir önemi yoktu, çevredekilerin anlam aramaya çalışır bakışları benim anlamsızlaşmaya başlayan bedenimden geri sekiyordu. Bütün kaslarımın sonuna kadar kasıldığını hissederek bağırmış ve telefonu kapadıktan sonra rahatlamıştım. Ağlıyordum evet; ama alışmıştım belki de. ‘’Benim’’ dediklerimin gidişi, açılışını sert bir aparkatla yapmıştı ve Tolga'yla ayrılışımız, okkalı bir tokattan fazlasını hissettiremiyordu bedenimde.

Şimdi bu küçük balıkçıda, Yeliz’le ilerleyen dertleşmemiz sonucunda alkol yavaş yavaş kanıma karışıp, damarlarımda fink atmaya başlıyor. Biran, bu saatte kız başıma oturmuş demleniyor olmanın da, doğal bir gecenin siluetine aykırı olduğunu düşünüyorum. Yalnız, geceyi doğallığına büründüren saatler önceki periliğimden eser kalmadığını hissediyorum şuan. Bedenim git gide uyuşuyor; fakat ruhumun alarmını kurmuş bekliyorum. Zihnim, derinlikler arasında mahsur kalmış zavallı bir adam gibi küçük bir gün ışığına tutunuyor. Belki de Gülten Akın’ın söylediklerini hayatımda ilk kez gerçekleştiriyorum. Ve durup ince şeyleri anlamaya bırakıyorum kendimi.  Ne kadar ayıp etmişiz oysaki, ne çok çarçur etmişiz zamanı. Küçük şeyler için, minik zamanlar yaratmaktan aciz kalmışız. Kadehimden bir yudum alıp kendimi düşüncelere bırakıyorum. Siz de bırakın kendinizi, bir düşünün…

Örneğin,
Daha önce, fırından yeni çıkmış bir kekin kokusunu özlediğiniz oldu mu? Sahaftan aldığınız eski bir kitabı elinizde dağılıp kalmasın diye uğraşarak okumayı denediniz mi mesela? Yaşlı biriyle konuşmayı aramadınız mı hiç sıkıntılı anlarınızda? Yahut, küçük bir çocuğun ağzından yalan yanlış çıkan sözleri dinlemeyi istemediniz mi? Birisi tarafından korunmanın huzurunu ve birini koruma sorumluluğun verdiği cesareti hissedeli ne kadar oldu? Bir şiiri bağıra çağıra okumayı, hem de öyle birileri duysun diye değil; sırf o şiiri içinizde delice hissettiğiniz için okumayı hiç mi arzulamadınız?

Eğer bunları kendinize uzak görüyorsanız; yahut atıyorum, yanı başınıza bir serçe kondu diye bile sevinmeyi hiç becerememişseniz mesela, ruhunuz uyuyor sizin. Tıpkı benimki gibi… Uyuyan bir ruhla başa çıkması zordur, farkına varıyorum bunun. Yeliz’e bakıp kaldırıyorum son kadehimi. Aklım buğulanıyor, gözlerim doluyor. Yıllar önce yaptığımız gibi, abimle kaydırakta kaymayı özlüyorum. Çığlığımı bu sefer ruhuma yönelttim;

Ruhumu uyandırmaya çağırıyorum…

Mübaşir



Ayaklarım Uyuşmaya Başladı

                          
                               
      Ne zaman çekip gitmek isteseniz , koşa koşa yanınıza gelip “Gitme,” diyen birilerini beklersiniz aslında. Ne yalan söyleyeyim bende bekledim ama birilerini değil sadece birini bekledim. O da gelmeyince bu şehirde durmam için bir nedenim kalmadı.

   “Arkama bakmadan gittim dememi,” bekleyeceksin belki. Arkama çok baktım. Bana yetişsin diye yavaş yavaş yürüdüm. Kimse seslenmedi arkamdan .Sokaklar bomboştu. Umudumu kaybetmedim yinede. İstanbul’a “Hadi eyvallah” dediğim ana kadar sevdiğim kadını bekledim ama ne kokusunu aldım giderken, ne de sesini duydum. Bir tek hüsn-ü cemali kaldı aklımda. Şimdi sana bu kalabalık şehrin içinde kadınımı nasıl bulduğumu, tanıdığımı anlatacağım.

   Tıpkı “şarabın bulunuşu” gibi buldum onu. Nasıl yani diyeceksin ? Önce şarabın bulunuşunu sonra onu nasıl bulduğumu anlatayım. Şarabın bulunuşuyla ilgili birçok rivayet vardır. Cem ve Dionisos ile ilgili olanlarsa en çok aklımda kalanlar... Yalnız Cem ile ilgili olan rivayet zihnimin bir köşesinde sürekli durur. Tanıdık gelir o hikaye. Benim sevdiğimi keşfim, Cem’in şarabı keşfetmesi gibiydi. Anlatayım.

    Cem’in sarayında, acı üzüm suyu zehir zannedilirmiş. Birgün saraylı bir kadın çektiği baş ağrılarına dayanamayıp, kendini öldürmek için güneşin altında duran üzüm suyunu içmiş. Şarabı içtikten sonra ne baş ağrısı kalmış ne de sıkıntısı. Bir hafiflik ve keyif gelmiş ruhuna. Durumu öğrenen Cem üzüm suyunu eksik etmemiş sarayında ve daha sonra üzüm suyunun ünü diyar diyar dolaşmaya başlamış. Cem’in hikayesini kısa tutup kendi hikayeme geleyim.

    Annem öldükten sekiz ay sonra da babam öldü. Babam, annemin hastalığının en kötü dönemlerinde “Annene bir şey olacağına bana olsun. O ölürse bana bakan olmaz ama ben ölürsem o kendi kendine bakar,” derdi. Kas erimesi diyorlardı annemin hastalığına. Allah düşmanımın başına vermesin dediklerinden… Peki babam?  “Aşk uzaktaysa adı aşk değil, dert olur,” derdi babam. Annem bu dünyadan göçtükten sonra o da bu derde dayanamadı. Kalp krizi geçirdi. Şimdi yan yanalar , belki de el ele…

   Ölüm ve ayrılık yokluğun en yüce halidir. Her ikisi de “dert sahibi” eder insanı.  Büyük ozanları okuyunca anlıyor insan, ayrılık ile ölümün birbirinden hiçte uzakta olmadığını. “Özlemek, ölmekten iki harf fazla be çocuk,” diyor Cemal Süreya. Ben yine de direndim. Hem ölüme hem de ayrılığa alışmaya çalıştım. Kendi kendime konuşur ve “Alıştın artık oğlum,” derdim. Sabahları çayımı tek başına içmeye alıştım. Ayrılığın acısı hafifliyor zannettim. Yatağa giderken “Allah rahatlık versin,” diyecek kimselerin olmamasına da alıştım. Ölümün boşluğunu da doldurduğumu zannettim. Acıyı güneş unutturuyor sabahları ama ay her şeyi darmadağın ediyor akşamları. Onun için inanmayın siz bana. Yok böyle bir şey. Alışamıyorsunuz. Çayla falan olacak şeyler değil bunlar. İnsan kokuya alışmıştır kokuya… O da hep burnumda. Annem ve babamdan başka kimsem yok derdim. Şimdi onlarda yok. Yok yokun içine karışmış gidiyor anlayacağın.

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiydim. Annem ve babam öleli hayli zaman olmuştu ama geceleri ay yapmadığını bırakmıyordu bana. Usanmıştım. Kendime bir zehir arıyordum. Nasıl bir zehir peki ?

    Elbette gidenlerin yerini dolduracak bir zehir vardı. Buralarda bir yerlerde olmalıydı. “Bulunca ne olacak?” diye soruyorsun. Zehir etkisini gösterecek. Ayaklarım uyuşmaya başlayacak. Sonra kollarım tutmayacak. Dilim uyuşacak. Gözlerim kör olacak. Zihnim benden gidecek. Sonra da bedenim terk edecek ruhumu. Vücudumun bu zehre ihtiyacı vardı.

    Salı günüydü. Beyazıt Meydanı’nda betonların arasında yükselen ağacın altındaki bankta oturuyordum. Kafamı kaldırmıyordum.  Birileri ile yüz yüze gelmek ve selam vermek istemiyordum.  Bilge Karasu okuyordum. Yanıma birisi oturdu. Dönüp bakmadım ama saçlarının kokusu burnuma geldiğinde kafamı bir an için de olsa kaldırmak istedim. Sanırım zehrin kokusuydu bu. Kaldırdım kafamı ve sadece bir iki saniye baktım yüzüne. Gülümsedi. Tekrar indirdim başımı ve kitabıma devam ettim. Aradan beş dakika geçti ve söylenmeye başladı  kendi kendine. “Nerede kaldı bu?” dedi. Sanırım arkadaşının okuldan çıkmasını bekliyordu belki de sevgilisini… Kafam artık kitapta değildi. Banktan kalkıp kalmamak arasındaydım ki bir anda konuşmaya başladı:

       - “Pardon bir şey sorabilir miyim acaba?” dedi.

       - “ Tabiki de buyrun,” dedim.

       - “Kitabınıza bakabilir miyim ? Çok severim Bilge Karasu’yu,” dedi.

       Kitabı uzattım. “Acaba benimle konuşmak için bahane mi arıyor ?” diye sordum kendi kendime. Belki de Bilge Karasu’nun bu kitabını sahaflarda bulamamıştır diye düşündüm. Sohbeti edebiyattan açınca sevdiğimiz yazarları ve şairleri söylemeye başladık birbirimize. Şiirden bahsettik. Edip Cansevir’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinin ikimizin de en sevdiği şiir olduğuna karar verdik.  Aylardır  kimseyle bu kadar uzun konuşmamıştım. Hele edebiyattan hiç konuşmamıştım. Kitapların adları arasında kaybolduğumuz bir anda:

-   “Nerede kaldı bu kızlar?” demeye başladı.

-  “Gelirler. Acele etme,” dedim.

 Demez olaydım. Kadınımın ilk ve en önemli özelliğini öğrendim. Aceleci olmalıydı. Devam etti:

     - “ Ben gidiyorum fakültenin önüne. Bu arada memnun oldum tanıştığıma,” dedi.

     - “ Bende memnun oldum ama adınız neydi ?” diye sordum. “Pınar adım. Müsait olduğunuz bir günde edebiyat sohbetimize devam ederiz. Şimdi gitmem lazım. Notları arkadaşıma vereceğim” dedi gülümseyerek. Arkasını döndü ve telefonunu kulağına tutarak gitti. Bu en güzel gidişiydi.

    İşte zehrin vücuda ilk teması böyle oldu.


   1.Bölümün Sonu

   Çivi Kemal









İNSANLAR KUŞ OLUP UÇAR MI?


      

  Gökyüzüne her baktığınızda gördüğünüz, görmediğinizde ise arzuladığınız benim. Balkonunuzun demirlerine ayaklarımı koyduğumda, pencerenin arkasında soğuk kış günü izlediğiniz o canlıyım.


   Geçenlerde yaşlı bir teyzenin balkonuna usulca kondum. Üst komşunun sofrasından serpilen ekmek kırıntıları idi yerde duranlar. Karnımı doyurmak için yeterliydi. Zamanla alışkanlık yaptı o balkon bende.Kanatlarım hep o yöne çırptı kendini.Dikkatlice süzdüm evin en büyük odasını.İçeride saçlarının beyazı, kızıllığı ile karışmış bir teyze duruyordu. Evlendiği yıllardan kalma bir koltuğun üstünde, başını yukarı doğru kaldırmış duvardaki resimlere bakıyordu. Resimlerden anladığım kadarıyla teyzenin oğulları onlar. Hık demiş burnundan düşmüş çocuklar. Bir de bıyıkları ile cümle aleme meydan okuyan yaşlı bir amcanın resmi. Kocasıdır kocası eminim .Yoksa böyle aşk ile bakmazdı ona.Pala bıyıklı amcamız yıllar önce göç eylemiş olmalı buralardan. Cam kenarında yağmur damlalarını tek başına izliyordu yaşlı teyzemiz.Anlaşılan kocasıyla ve çocuklarıyla geçirdiği günleri yad ediyordu. Elinde çayı, sırtında hırkası, iplikli gözlüğü ile  o soğuk kış günlerinde geçmişin yazlarını hayal ediyordu.



    Alışkanlık yaptı teyzenin balkonu. Ne ben onu bıraktım, ne o beni bırakabildi. Ben onu dinledim, o beni izledi. Başkasına benzemiyordu. Üzerine sıçtığım zaman gidip piyango bileti alanlardan değildi o. Beni dostu bildi, bende onu. Bazı insanlar için kuşların umut kaynağı olduğunu bilirdim ama nereden bileyim yolunu beklediği insanları kuşa benzetip, beni o denli seveceğini. Balkonuna hergün konduğum için  bana ait bir kap oluşturdu, barınak yaptı. İsminide öğrendin. “Özledin mi Neriman Teyzeni?” diyordu bana. Suyum-ekmeğim Neriman teyzenin balkonunda dururdu öylece. Ben kana kana içerdim, o ise doya doya seyrederdi beni. Cankurtaranda, müstakil evinde tek başına yaşayan Neriman teyzenin evi  Sirkeci-Haliç-Eminönü derken hep son durağım oldu….



    Oğullarının ikisi yurt dışında biri de Ankara’da eşi ve üç yaşındaki oğluyla yaşıyordu. “Bir kuş olup uçasım var tıpkı senin gibi,” derdi içini çeke çeke, kirpikleri ıslanarak. Kanatlarımı veresim gelirdi o öyle deyince. Günler geçti aramızdaki bağ gittikçe kuvvetlendi. Sonra beni okşamasına izin verdim. Başıma dokunsun…



      Oğullarından biri hayırsızmış onun dediğine göre. Gelinini hiç mi hiç sevmiyor. Kız, kaynana istemiyormuş evinde. Neriman teyze başka kadınlara benzemez gelin hanım. Ben çok evin balkonuna kondum bu Sirkeci-Halkalı tren hattında. Ne çok kaynana gördüm nemrut gibi. Gelinine kök söktüren, illahlah ettiren...  Ama bu kadın pamuk gibi pamuk.  İnsan nasıl istemez ki Neriman Teyzeyi. En çokta hayırsız oğlunu özlüyordu, en çok ona kızdığı gibi. Torunu da burnunda tütüyordu. ‘’Bu kız oğlumu elimden aldı,’’ deyip duruyordu.“Dokuz ay karnında taşı,el kızı yüzünden öz oğlunun evine gireme. Olacak şey mi?’’diyordu. Dinledim, dinledim, sadece dinledim. Neriman’ım da izledi beni. Bana bu kadar umutla bakması, baktığında yolunu gözlediği insanları görmesi, kanatlarımı çırpmama neden oluyordu. “Bu 2 ayaklı yürüyen canlılara, insanlara güven olmaz,” diyordum önceleri. Neriman’ımdan sonra vazgeçtim bu düşüncemden. İnsanlardan neler çektiğimizi bir bilseniz… Gökyüzünün dili olsa da konuşsa benim gibi. Anlatır size neler çektiğimizi. Gökyüzü bizimdi ama insanların gökyüzünü nasıl çaldığını bir görseniz...

    Pazar günü alışkanlık yaptığım Neriman teyzenin balkonuna kondum. Ne suyum var, ne ekmeğim. Keskin gözlerimle baktım içeriye ne Neriman’ım var ne  de bir hareketlilik. Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe derken ne Neriman’ımı görebildim ne de evde daha önceleri olan hareketliliği. Cuma günü ise diğer günlerden farklıydı. Perdeler açılmıştı. Genç bir kız elinde tepsi ile  koltukta ağlamaklı oturanlara bir şeyler dağıtmaktaydı. Neriman’ımın üç oğlu, gelini, akrabaları içerdeydi. Torunu koşuyordu. Neriman’dan haber beklemekte kararlıydım. Tüm gün bekledim ve sonunda oğlu balkonda telefonla konuşurken duydum. Neriman’ıma geldiğim son günün akşamı , bana kuş olmak istediğini söylediği o gün hakka yürümüş. Şimdi ise nerede olduğunu öğrendim. En iyisi Karacaahmet’e kanat çırpayım, orada arayayım Neriman’ımı. Artık balkonunda değil mezar taşında dertleşeceğim onunla. İnsanlar kuş olup uçar mı bilemem  ama sevdiklerini kuş gibi beklemeyeceklerinden eminim.


Çivi Kemal



EYLÜL YAĞMURU

                            

Eylül sonlarıydı. İşten yorgun argın eve gelmiş ve hemen kanepeye uzanmıştım. Orada uyuyakalmışım. Uyandığımda boynum tutulmuş ve her tarafım ağrıyordu, ayaklarım uyuşmuştu. Canımın sıkıldığını hissetmiştim. Saat 9 civarıydı ve hava çoktan kararmıştı. Dışarıyı gözetlemek için yattığım yerden kalkarak balkona doğru yöneldim. Çam ağacından yapılmış balkon kapısının oldukça üşümüş demir koluna bastırarak kapıyı dışarıya doğru itekledim.  O sırada insanı ürperten hafiften bir rüzgâr ve ona eşlik eden eylül yağmurunu hissettim. Bu havaları, beni hep derin düşüncelerin ortasına atıp orada dakikalarca, hatta saatlerce oyaladığı için çok seviyorum. Bana tanımlayamadığım ilginç duygular ve ilginç hazlar yaşatabiliyor. Yine havanın etkisinde düşüncelere dalmak üzereyken birkaç gencin kahkahalarıyla irkildim. Konuşmalarına kulak kesmiştim. Sanırım sinemadan çıkmışlardı ve bir komedi filmi seyretmişlerdi. Birbirlerine filmdeki sahneleri ve esprileri söyleyip tekrar tekrar gülüyorlardı. O sırada sokaktan geçen diğer insanları fark ettim. Hepsi birbirine benziyordu. İçlerinden birisi ilgimi çekmişti. Sanırım mavi üzerine bordo çizgili fötr şapkası ve elinde bir şemsiyesi vardı. Upuzun saçları sanki eylül yağmuru ve rüzgârın, birlikte yönettiği bir müzikalde başroldeydi. Bir müddet onu seyrettim.

Balkonumda üzerinde Camel paketi, şekli kaplumbağayı andıran bir çakmak ve bir küllük bulunan küçücük masamın yanındaki gürgen sandalyemde oturuyorum. Rengini çok sevdiğim Camel paketinden bir sigara çıkarttım ve yaktım. Lambaların aydınlattığı sokağı seyretmeye devam ettim. Sokak adeta sırılsıklam âşık olmuştu eylül yağmuruna. O an dışarı çıkmak yağmuru ve rüzgârı daha iyi hissetmek istedim. Hem bir kafede çay içer, can sıkıntımı geçirebilirdim. Sigaramı söndürüp hazırlanmak için içeriye girdim.

Her adımımda şapır şapır sesler çıkartarak sarı lambaların aydınlattığı Arnavut kaldırımlı samimi görüntüsü olduğunu düşündüğüm Küçükbey sokağında yürüyorum. Bir yandan her iki yanımda farklı konsepteki dükkânlara bakınıyorum; bir yandan da yağmur, rüzgâr ve adımlarımın çıkardığı müthiş müzik şölenini dinliyorum. Yağmur iyiden iyiye ıslattı beni. Kaşlarımdan, yanaklarımdan, şakalarımdan ve dudağımın kenarlarından süzülen damlacıklar çenemde birleşerek Arnavut kaldırımlarına damlıyor. Üzerime siyah yağmurluğumu giydim fakat eylül yağmurunu daha iyi hissedebilmek için başımı örtmedim. Hem rüzgârın hafif uzun saçlarımı dalgalandırmasından da çok hoşlanıyordum.

Gökkuşağı sokağındayım. Bu sokaktaki yolda farklı büyüklükteki taşlar hiç de geometrik olmayacak şekilde tasarlanmış. Sanırım adını sokakta bulunan farklı renklerdeki mağaza, dükkân, kafe tabelaları; sokağı aydınlatan iki bina arasına çekilmiş peş peşe dizili iplerden sarkan şemsiye, ay, yaprak, ayakkabı, bal kabağı vb. şekillerdeki lambalardan almış. Bu muhitte, İncirli’de en sevdiğim yer burası. Daha sokağın başındayım ve sokağın sonundaki en sevdiğim kafe olan Yeşil kafede bir çay içmeye karar verdim. Etrafıma bakınarak yürümeye devam ettim. El Sanatları ve Hediyelik Eşya Mağazası’nın önünde Mağazanın sahibi Kader Hanım ile birlikte sohbet eden Eda ve Ahmet’i gördüm. Eda kumral 1.70 boylarında son sınıf iktisat öğrencisi, Ahmet ise 1.80 boylarında esmer ve karşı apartmanda üst katta oturan, bizim sokakta küçük ve sempatik bir DVD dükkânı olan samimiyetine inandığım, hem okuldan arkadaşım hem de komşum. İkisini birbirine çok yakıştırıyorum. Gerçekten birbirlerini tamamlayan uyumlu çiftler. Kader Hanım 40 yaşlarında, esmer, gözlüklü, kültürel anlamda çok donanımlı ve kitaplarla iyi dost olan çok sevdiğimiz Gökkuşağı Sokağı esnafıdır. Sohbete katılmak için yanlarına doğru yürüdüm. Beni fark ettiler ve Ahmet bana doğru dönerek ve gülümseyerek: “Hoş geldin kardeşim. Nasılsın?”, Eda: “Hoş geldin Kürşad”, Kader Hanım: “Naber delikanlı” dediler. “Hoş bulduk. Nasılsınız? Ne yapıyorsunuz?” dedim. Sohbet ettiklerini biliyorum ama neden “Ne yapıyorsunuz?” diye sorduğuma anlam verememenin ve keşke “ne konuşuyorsunuz” dememiş olmamın pişmanlığını kısa bir süreliğine yaşarken Kader Hanımın ne söylediğini anlayamadım; fakat hiç bozuntuya vermeden evde canımın sıkıldığını bu yüzden dışarı çıktığımı ve sonra Yeşil kafede çay içip müzik dinlemeye karar verdiğimi söyledim. Ahmet ve Eda’ ya, onlara çay ısmarlayabileceğimi söyleyip bana katılmak isteyip istemediklerini sorarak, tek başıma oturmaktansa Yeşil Kafede birlikte sohbet etmenin daha iyi olacağını söyledim. Beni kırmayıp ikisi birden aynı anda: “Evet, olabilir.” dedi. Daha sonra Kader Hanıma dönerek: “Görüşmek üzere.” deyip kafeye doğru yürümeye başladık. Ahmet ve Eda yol boyunca bazen kendi aralarında bazen de benimle konuştular. Yeşil Kafe yaklaşık 250 metre ilerde. Ahmet ile Eda kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Merve’yi anımsadım. Yeşil Kafe’de beraber çok vakit geçirmiştik. Kafedeki her anımızı hatırlıyorum ve hatırladıkça bir burukluk hissediyorum. O, şimdi çok uzaklarda ve ben sürekli anımsıyorum onu. O zamanlar çok sevmiştim, sanırım hala seviyorum. Hatırlıyorum, kafede yemek yerdik onunla. Severdi kafenin yemeklerini.

Dört katlı Yeşil Kafemizin üçüncü katına çıktık ve Gökkuşağı Sokağı manzaralı masamıza oturduk. Yeşil Kafe eski bir binada ve duvarlar takoz tuğladan. Benim oturduğum bambu sandalyenin sağında manzaramız, karşısında ve arkasında duvar, solunda ise diğer masalar, sandalyeler ve bir kitaplık var. Karşımdaki duvarda tek bildiğim Van Gogh’un Gece Kafesi tablosunun bir imitasyonu var, tam arkamda ki duvarda biraz yukarıda, muhtemelen ceviz ağacından, içerisinde muhtemelen oyma sanatıyla yapılmış güneş timsalli altıgen bir tablo var. Hemen altında lüks evlerin bahçe duvarları üzerine konulan ucu sivri demir parmaklıklar ve bu parmaklıklar arasında sarı renkte lambalar var. Kafenin tavanın da sabit bir ölçü kullanmaksızın bir duvardan diğer duvara uzanan tahtalar var ve bu tahtalar arasına farklı renklerde aydınlatma açısından pekte etkili olmayan küçük lambalarla sarı renkte kafeyi aydınlatan lambalar yer alıyor. Sol tarafımda kafenin üçüncü duvarının olduğu yerde her katta olduğu gibi bir kitaplık ve önünde iki adet sallanan bambu sandalye ile iki sandalyenin ortasında bir masa ve üzerinde bir kitap… 

Garson, Cat Stevens’ ın "Wild World” şarkısı eşliğinde siparişleri almak için yanımıza geldi. “Oh baby baby it’s a wild world” diye mırıldandıktan sonra yiyecek bir şeyler istedim. Ahmet: “Ben bir Filtre Kahve alabilir miyim?”, Eda: “ Bende Karamelli Macchiato” dedi. Ahmet bana dönerek:

“Neden yiyecek bir şeyler istedin? Aç mısın?”
“Biraz”
“Sen bu saate kadar aç kalmazdın. Yemek yemedin mi?”  
“Bugün işte çok yoruldum. Yemek saatinden önce kanepede uzanırken uyuyakalmışım.”
Eda: “Sen ne iş yapıyorsun?”
“Navy Design adında bir dükkânım var. Grafik tasarım, iç mimari, dekorasyon,  her türlü organizasyon işleri vesaire…” 
“Zevkli bir işin var. Çalışırken sıkılmazsın.”
Ahmet: “Hey! Benim dükkânımın da dekorasyonunu yapsana. Güzel şeyler planlıyorum.”
“Planından bahsetsene bana biraz.”
“Dükkânımın yanındaki boş dükkânı da almayı planlıyorum.” dedi ve kısa bir soluk aldıktan sonra gülümseyerek devam etti: “ Biliyorsun film DVD’leri, müzik DVD’leri, CD’leri, kasetleri, plakları satıyorum. Bunların yanında kitap, poster gibi şeylerde satmak istiyorum.”
“Biraz daha sanatsal bir şeyler yapabiliriz istersen.”
“Tam da onu istiyorum Kürşad. Lafı ağzımdan aldın.”
Eda: “Birlikte düşündük bunları.”
“Güzel bir dekorasyon yaparız hep birlikte. Bir ekip çalışması gerçekten güzel ve zevkli olur.”
Eda: “Hemen yarın başlayalım. Sabırsızlanıyorum bunun için.”
Ahmet, Eda’ya dönerek: “Daha dükkânı almadım. Yarın başlayamayız.”

Onlara karşı gülümsedim. Garson siparişleri getirdi. Eda kahvesinden bir yudum alıp Ahmet’e bir an önce dükkânı alması gerektiğini söyledi ve kendi aralarında fikir alışverişinde bulunmaya başladılar. Çok heyecanlıydılar. Ben onlardan müsaade alarak lavaboya gittim. Elimi yıkadım ve yüzüme su çaldım. Yanlarına dönerken Yeşil Kafenin kitaplığında bir kitaba gözüm ilişti. Kitap “Şairin Romanı” idi. Kitabı elime aldım, biraz göz gezdirdim ve arkadaşlarımın yanına gittim. Onlar kendi aralarında heyecanlı şekilde planlarından bahsediyorlardı. Ben konuşmalarına hiç müdahil olmadım. Biraz kitapla ilgilendikten sonra onlardan müsaade isteyerek yanlarından ayrıldım. Kafeden çıkarken kafemizin sahibi kumral, renkli gözlü abimize kitabı ödünç alıp alamayacağımı sordum.

“Tabii ki de alabilirsin.” Yanıtı beni mutlu etti. Kendisine teşekkür ettikten sonra kafeden ayrılarak evime doğru yürüdüm.

Şimdi Küçükbey Sokağındayım. Şapır şapır yürüyorum yine. Rüzgâr hala devam ediyor fakat yağmur dinmek üzere ve ben sırılsıklam olmuşum. Ah! Eylül Yağmuru, ben sana sırılsıklam aşığım.


Nevmit Balıkçı

BADEM



     Bugün, diğerlerinden farkı anlaşılmayacak derecede sıradan bir gün. Yine kalorifer peteğinin yanına uzanmış, bir uyuyup bir uyanıyorum. Dışarısı ayaz, tipi, soğuk… En azından, sabah pencereden dışarıyı gözetlediğimde, meteoroloji tanrıları o izlenimi yarattı bende. Rengini çok sevdiğim, ama sürekli abur cubur doldurarak zamanla kirlettiğim bordo koltuğun üzerine çıkıp, pencereden dışarıyı izlemeye bayılıyorum. Yazlarıysa ne kalorifer yanında uyuma ne de pencereden etrafı gözetleme keyfi kalıyor bende. Sanmayın ki üzülüyorum, benim asıl mevsimim yazdır. Yazın, günü sabah-akşam evin bahçesinde geçiririm. Koklaya koklaya, santim santim dolaştığım avlunun her bucağını iyi bilirim. Toprağa emanet ettiğim çok şeyim var. Severim toprağı, çok yaman ama bir o kadar da itimatlıdır. Gözüm kapalı veririm her şeyimi, zamanı geldiğindeyse geri alırım sapa sağlam.


   ‘’Badem, oğlum nerdesin? Koş oğlum! Badem, Badem?’’


    İşte içime huzur katan o ses! Harun işten döndüğüne göre, yine uyuya uyuya akşam ettiğimin farkına varıyorum. Koşuyorum kapıya doğru, kuyruğumu olabildiğince hızlı sallıyorum. Eğilerek boylarımızı eşitliyor, kafamı okşuyor, badem rengi tüylerimde gezdiriyor ellerini… Bayılıyorum bu oğlana, beni hiç ihmal etmiyor. Geçen sene eve kafes içinde kuş getirdiğinde fena kızmıştım; ama yüreğinde nasıl bir sevgi varsa benden eksiltmeden Maviş’e arttırmasını başardı. Sonradan anladım ki iş arkadaşının yurt dışı gezisine çıktığı dönem için, bakmasını rica ettiği kuşmuş Maviş. Ona da gözü gibi bakmış, hırladığım zamanlar aramızı yapmıştı.
Odaya girer girmez mamamı alıp dolduruyor kabıma. Bana sorsa bu tadı belirsiz gevrek işlerinden çoktan bıktım. Bir keresinde mutfağa girip kendisinin hazırladığı bir mama vardı ki sormayın; pirinç lapasıdır, tavuk suyudur, sebze haşlamasıdır hepsini karıştırıp bulamaç halinde önüme sunmuştu. Eğer bir gurme olsaydım çok başarılı olduğunu söylerdim ona; fakat ne bir gurmeyim, ne de konuşabilme yeteneğim var. O günden sonra bu gevrek bozuntularını daha bir sevmedim. Fakat yine de onu anlıyorum, işleri yoğun ve pratik olması şart. Dergiye hazırlayacağı yazı için geceyi sabah ettiği ve çoğu sabah erkenden çıktığı araştırma dolu günler hiç de az değil. En iyisi daha fazla huysuzlanmamalı ve önümdekini güzelce yemeliyim. Ne de olsa derin bir sadakat nehri var içimde ona doğru akan. Gereksiz serzenişlere girmemeli ve böyle bir durum için onu kötülememeliyim diyorum. Hiç unutmam, bir gün eve gelen arkadaşı, William Ralph Inge adında birinin ‘’Eğer hayvanların dini olsaydı, hiç şüphesiz şeytanı insan şeklinde hayal ederlerdi,’’ dediğini söylemişti Harun’a. O adam her kimse katılmadığımı belirttim gözlerine bakarak. Anlamış olmalı ki arkadaşına dönüp ‘’Badem benim dostum, dostlar birbirine baktıklarında şeytan nedir bilmez,’’ demişti. Sözün etkisi kuyruğuma vurmuş olmalı ki, kontrolsüz hareket eden kuyruğum pervane olup beni uçuracak sanmıştım.

  
    Bilgisayarını alıp yüzüme bakıyor ‘’Badem bey, işin sırrını bir Murat Menteş kelamında buldum: Soru, muhatabı şoke etmeli; cevapsa soruyu yok etmelidir,’’ diyor gözlerini açıp. Acaba tüm yazarlar mı deli diye düşünüyorum.  Anlamadığım işler bunlar. Bir şeyler karalayıp onla mutlu oluyor, onla kederleniyor; hatta tam tersini düşündüğümüzde, mutluluk ve kederlerinde bir şeyler karalamayı çok iyi beceriyorlardı bana göre. ‘’Önemli olan insan ruhunu kağıda dökebilmektir,’’ diyor içimden geçenleri sezmişçesine. ‘’Yazar dediğin önce psikanalist olacak, insan halinden anlayacak!’’. Ben insanı çok iyi tanıyorum diyorum. 14 bin yıldır evcil yaşayan türümün, genetiğimde bıraktığı bir yeti midir bilmiyorum. Ama seni çok iyi tanıyorum, türünüzü patimin içi gibi biliyorum diyorum ona. Düşüncelerinizin bile kokusunu alıyorum. Gün geldi Yunan mitolojisindeki Kerberos olduk Hades’in kapısında bekleyen; gün geldi korkuların ve felaketin Tanrısı Seth olduk Mısır’da. Bazen ava çıktık beraber, üzerinize gelen yabani hayvan sürüsünün içinizde yarattığı karanlık korkuyu hissettik; bazen de süs köpeği olup yaşlı kadınlara sahte şirinlikler kattık. Eğer mesele insan ruhunu çözebilmekse verin bana kağıdı kalemi, sizi size anlatayım diyorum uluyarak. O anda kapı çalıyor. Gelen İrem, dergiden; Harun’un bu eve getirdiği kızların içinde kokusu en güzel olanı. Hemen sırnaşıp tatlılıklar yapmaya koyuluyorum yanına gidip. Beni özlemiş, koca kafamı iki avcuna sığdırıp yüzünü belli belirsiz şekle sokuyor beni severken. Oturup gün içinde neler yaptıklarını birbirlerine anlattıktan sonra ayrı odaya geçiyorlar, gidip kıvrılıyorum yine peteğin yanına.  Uyandığımda bizim aşık ne yaptı diye meraklanıyorum. Usulca koridorda ilerlerken Jane Birkin ile Serge Gainsbourg’un birlikte seslendirdiği ‘’Je T’aime’’ şarkısını duyuyorum. Anlıyorum ki bizimkilerin nefesi birbirlerinin bedeninde yankılanıyor. Çünkü Harun’un romantizm şarkısıdır bu, çok iyi biliyorum. Aşk yuvalarında şehvetleriyle baş başa bırakıyorum kumruları ve gecenin sessizliğini duyabileceğim bir yer arıyorum evin içinde.


    Sabah olduğunda ikisini de hiçbir odada bulamıyorum. Gidip bordo koltuğun tepesinden dışarıya bakıyorum. Gece kar yağmış. Yollar, üzerinden geçen insanların ayakkabı numaralarını ele veriyor. Dönüp tekrar evin içini turladığımda Harun’un masada bıraktığı kitapları görüyorum. ‘’İyi Bir Yazar Nasıl Olunur?’’ yazıyor birinde, diğerinde ‘’Okuru Etkilemenin 100 Yolu’’. Belli belirsiz boşlukta görüyorum onu bu kitaplara bakarken. Düşünüyorum, daha iyi bir sahibim olamazdı bu dünyada. Eğer biz hayvanlar için bir din olsaydı, Harun’u melek olarak hayal ederdim diyorum kendi kendime. Ama gönül verdiği bu yazarlık yolunda boş işlerle uğraştığını hissediyorum. Eğer bu eve gelip giden onca kişiden duyup sorguladığım küçücük bir şey varsa ve insanları az buçuk tanıyorsam, iyi bir yazar olmanın başka bir yazarın kurallarından geçemeyeceğini savunuyorum. Onun için bir şeyler yapma sorumluluğu biniyor küçük omuzlarıma. Salona doğru ilerlerken karar veriyorum. Beni anlar mı bilmiyorum; ama akşam olup o kapıdan içeriye girdiğinde aradığı nasihatı ona ben vereceğim: ‘’Eğer iyi bir yazar olmak istiyorsan, insanları bir köpekten daha iyi tanımalısın.’’ 


Mübaşir

KARANLIK


      

-Korkaksın.

İki sandalye. Üzerlerinde iki adam, bir masa ve üzerinde bir silah... Colt marka, 38 kalibrelik Magnum, başka cinayetler çağından... Daha karanlık bir çağdan, içinde bulundukları oda kadar karanlık...

Korkak mıyım diye düşündü. Haklı mıydı?

-Ne işin var burada?

-Senin için geldim. Sen niye buradasın?

-Siktir et.

-Korku diyordum. Hayatın bundan ibaret, korku seni mahvetmiş. İliklerine kadar işlemiş.

- Hayır! Bu korku değil.

-Bunun adı korku amına koyayım. Korku!

-Belki. Ya da sadece...

-Hiç kumar oynar mısın? Kaybettin mi hiç? Kalan son paranla hata yapma şansını denedin mi? Hiç Sanmıyorum. Kumar masasına oturmayacak kadar korkak birisin sen. Kaybedecek çok fazla şeye sahipsin çünkü. Kumar oynamayacak kadar zenginsin. Dünyanın en zengin adamı kadar korkaksın.

- Beni rahat bırak.

-Sen kendini rahat bırak. Beni başından savamazsın. Beni reddetmeye çalışma. Bana karşı savaşayım deme sakın. Eğer kazanırsan kaybedersin.

-Ben, ben böyle olsun istemedim.

-Sen ne istedin?

-Ben istediğim hiç bir şeyi elde edemedim ki.

-O yüzden mi kaçtın?

-Ben kimseden kaçmadım. Onlar kaçtı. Ben bekledim hep. Birileri gelsin istedim. Hayatımı değiştirsin, bambaşka biri yapsın beni. Beni alsın, tutsun elimden, bilmediğim bir yere götürsün. Ondan sonra gidebilir isterse, beni bıraksın orada. Belki de...

-Belki de ne?

-Belki de en büyük hatam bu oldu benim. Hayatım boyunca yaptım bunu. Ben hep sözlerimi tamamlayacak birini bekledim. Beni o kadar tanısın ki, kendimi anlatmak zorunda kalmayayım. Ama böyle biri yokmuş. Ya da varsa bile benim hikayemden haberi yok.

-Senin bir hikayen yok. Varsa da eğer, onu sen yazmıyorsun. Başkalarına vermişsin kalemi, onlar senin için dolduruyor sayfaları. Hiç bir zaman, bir son hazırlayamayacaksın kendine. Birilerinin gelip senin için yapmasını bekleyeceksin. Senin hikayenin bir kahramanı yok. Neden mi? Çünkü...

-Çünkü umursamıyorum.

-Hayır umursuyorsun. Sorun da bu zaten: umursamak! Her şeyi umursadığın için hiç bir şey yapmıyorsun. Rezil bir durum bu, acıdan bu denli uzak durmaya çalışmak… Her emri yerine getirmek, vereceğin her karar öncesinde titremek, karanlıktan bu kadar korkmak; karanlık… Karanlıkta herkesle konuşabilir insan.

-Yeter.

-Ölüsün. Arkasından ağladığın o insanlar kadar ölüsün. Hiç bir zaman dirilemeyeceksin.
Elleri titremeye başladı. Titreyen sağ elinin parmaklarını bir araya getirip, bir yumruk yaptı onlardan. Gerdi kolunu, yumruğunu nişanladı.

-Bunu yapamayacağını ikimiz de...

Yapmıştı. Titreyen ellerini çekti, karşısındaki yüzden. Açtı yumruğunu. Titreme geçmişti, onun yerini bir acı aldı. Sızlayan elini ovaladı diğeriyle. Az önce yumruk attığı yüz konuşmaya devam etti.

-Sonra ne yapacaksın peki. Göze alacağın tek suç bu mu? Hadi öldür beni burada. Önünde bir silah, içinde mermiler var. Yapamazsın değil mi? Çünkü yetişmen gereken bir hayat var. Gitmen gereken bir yer var. Memleketin var, Ankara. Orada aptal bir ailen ve daha da aptal dostların var. Seni bekleyenler var.

-Ben oraya dönmek zorundayım.

-Değilsin. Değmez. Hiç biri değmez, ne sana ne de bu korkuya. Bütün gün telefonla konuştuğun o insanlar mı? Annen mi? Baban mı? Hiç birinin gram değeri yok. Sen varsın sadece. Sen ve hayatın.

-Benim hayatım orada.

Elleri tekrar titremeye başladı. Bu kez önünde duran silaha uzandı titrek eller. Yüz konuşmaya devam etti.

-Vazgeçeceksin hepsinden. Hayallere inanır mısın? Kaçmaya, yok olmaya, izini kaybettirmeye. Vazgeçeceksin hepsinden. Bir anlık tereddüt ve elveda… Ama yapamazsın, korkaksın; çünkü aptalsın. Belki de haklısındır. Çünkü mutsuzluk bağımlılık yapar. Çünkü karaktersiz bir piç olarak yaşamak bazen en kolayıdır. Oyala kendini. Çevrendeki aptallarla oyala. Birilerini bekleyerek oyala. Boş umutlarla oyala. Kapat kulaklarını, duyma beni. Kaç benden. Beni duymamak için aklını meşgul et sürekli. Düşün. Aileni düşün, geleceğini düşün, olmayacak mutluluğunu düşün. Ben her zaman beklerim. Nasılsa ikimiz de buradayız. Nasılsa daha çok karşılaşacağız. Düşünecek bir şeyin kalmadığında yine görüşürüz.

-Siktir git.

Tam isabet. İki kaşın tam ortası, burun ve alnın birleştiği yer. Kapandı karşısındaki göz, ağzından çıkacak diğer kelimeler içeride kaldı. Silahın ağzından duman çıktı bir süre daha. Colt marka,38 kalibrelik Magnum... Bıraktı masaya. Önünde bir masa ve üzerinde bir silah. Karşısında bir sandalye. Üzeri boş.

Kapı tıklandı, üç kere. "Efendim." diye bağırdı. "Abi acele et." dedi bir ses. "Otobüs kalkıyor."

"Tamam" dedi. Açtı kapıyı. Çıktı tuvaletten. Sağ eli yaralıydı. Elinden akan kanlar, parmakları gezip yere dökülüyordu. Denize boşalan nehir gibi... İçerideki ayna kırılmıştı. Etrafta kırık cam parçaları vardı. Musluğu açık bırakmıştı. "Şu lambaları da bir ara onarın." dedi. "Çalışmıyor, içerisi çok karanlık."

Karanlıkta herkesle konuşabilir insan. Kendisiyle bile.

Otobüs yolculukları hayata verilen molalardır ve bu yolculuklarda verilen ihtiyaç molaları zamanı durdurur. Ortalama süreleri 10 dakikadır.

Hırkasıyla sardı elini. Yürüdü otobüse doğru. Yavaşça çıktı basamakları. Koltuğunu aradı bir süre. Buldu sonra. 19.30 Ankara otobüsü, 11 numaralı koltuk. Oturdu koltuğuna. Hareket etti otobüs.

Karanlıkta herkesle konuşabilir insan.



KAYRA

KİTAPLIĞIMDAKİ HAYALETLER

  Yalnızlığın dayanılmaz ağırlığını hissettiğim zamanların çoğunda, bana her zaman bir dost olarak görünmüş, beni değişik dünyasına sürükleyen, oraya hapsolmaktan zevk duyduğum kitaplığıma yönelirim. Beni yer yer çağlar öncesine taşıyan, engin denizleri görmemi sağlayan, bir hüznü veya bir aşkı tattıran kitaplığıma konuk olduğum zamanlarda, içeriye dolup taşan saman kağıdı kokusunu ciğerlerime kadar çeker, kim bilir kaçıncı okuyucusu olduğum sayfaların içinde kaybolur, yine kendimi o sayfalarda bulurum. Bu arayış bende içten içe saf bir tutunma arzusu uyandırır, yeni yerler görmek için uykumdan feragat etme fedakarlığı doğurur. Gezinir dururum bu kitaplıkta. Gözlerimi kapatırcasına, parmak uçlarımın hissedeceği şekilde, ellerimi gezdiririm eski cilt karton kapaklarda. Dokunurken hissettiğim her pürüz, bana o kitabı okurken yaşadığım zamanı ve şeyleri hatırlatır. Şeylerin arayışına düşerim sonra. Şeydeki engin mutluluğun izine düşerim. Kitabın bana yaşattığı duyguları, okurken ki yaşadığım olaylarla birleştirir, kitapla, hiç kimsenin bilmediği bir bağ kurarım. Onu saklar, korur ve kollarım dış dünyadan. Büyütüp beslediğim dünya, bana öyle verimli ürünler armağan eder ki, bunu hiç kimseye söylemeden yazar dururum. Aynı saman kokusunu, kütüphanelere girdiğimizde burnumuza hitap eden o aynı kokuyu, yazılarımı yazmak için yıpratırcasına kullandığım o kokuyu benim gibi herkesin duyduğunu fakat bana bir şeyler yazdırdığı gibi herkese aynı şekilde yardımcı olmadığını bilir, bu defa kokuyla aramda yeni bir bağ, bir dostluk kurarım. Yine kimsenin haberi olmaz bu arkadaşlıktan. 

  Ama bazen koku da anlamını yitirir, pürüzler de beni yalnız bırakır. Çünkü onların yerini baskı kokusu ve jelatinler almıştır. Sonra yazılarım yalnız kalır. İşte burada çağlar öncesinden kalma şahsiyetler yardımıma koşar. Bana biricikliğimi hissettiren Dostoyevski gelir sonra. Yazdıklarıyla konuşur benimle adeta. Satırlarının arasında kaybolurken, gecenin gerçekten de beyaz olup olamayacağını düşünür, dostuma sorular yöneltirim. Aşık olunabileceğini öğretir bana sonra. “Beyaz Geceler” i eski yerine koyup iyilik ve kötülüğün iç içeliğinden ötürü başına neler geldiğini anlatır bana. Anlarım ki “Suç Ve Ceza”dayım. “Benden bu kadar” der ve gider, yaşadığı döneme, henüz çoğu şeyin kirlenmediğini düşündüğü döneme. Elbette bu dönem ile kendi dönemi arasında kıyas yapınca, dönmek istiyor kendi dünyasına. Tıkandığımı hissettiğim bir başka zamanda Tolstoy gelir sonra. Elinde savaşacak ve sonrasında barışacak bir kitap vardır. Bana hediye edeceğini düşünürüm, fakat sadece ödünç verir, okumam için. O kitap, onundur ve başkasının olmayacak. Bu gerçeği yumuşak bir tokat gibi yanağıma vurur yalnızca. Diğer silahını çıkarır sonra: Anna Karenina

  Tolstoy da uykumla beraber gider sonra. Kim bilir başka hangi kitaplıkları aydınlatmaya. Ağlamak istiyorsam Dumas’ı çağırırım, gülmek istiyorsam “Robin Hood”u okuması için Howard Pyle’yi davet ederim kitaplığıma. Anlatırlar bana Marguerite’nin acılı aşk öyküsünü ya da Sherwood Ormanları’nda gezinen iyilik timsali kahraman haydudun maceralarını.

  Sonra bütün misafirler gider, ben bana bahşedilen yeteneğimi bilemişimdir yıllar öncesinde yaşayan dostlarımla. Pekiştirmişimdir yine yalnızlığımı. Bilirim ki onlar da bu dayanılmaz ağırlığı hissetmişlerdir, sonra da yazıya sarılmışlardır.

  Edebiyat yaşamdan intikam almanın ötesinde yeni bir yaşam yaratma arayışında olmaktır. Bir kitabın yeni bir dünya olduğunu anlamak, o dünyayı keşif, arkasındaki anlam ve eserleriyle özdeş kurduğumuz duayenleri anlamak, birgün size çıkıp da “Onlar gibi yazabiliyor musunuz?” diye sizi yolunuzdan çeviren insanların sorularına “Onlar kadar yazabilmek istiyorum” cevabını vermek edebiyatla olan ilk imtihanı geçmiş olmanızı, o yazarlara haset yerine minnet duymanızı sağlar. 


Mesut Güney Yılmaz



ÜÇ SANİYE


   Üç saniye nedir;

uzun bir süre mi? Kısa mı? Kaç hayat sığar üç saniyeye? Kaçı mahvolur? Kaç ömür kurtarılabilir peki? Kaç kişinin yaşamı değişmiştir üç saniye içinde? Kaç kişi yeniden başlamıştır hayata? Üç saniye beklemeye değmeyecek kadar kısa mıdır, yoksa fazlasıyla uzun bir süre mi? Kaç saniye geçti şimdi? Kaç kişi yaşamıyor artık ya da kaç yeni bedenle tanıştı insanlık? 

Spermin yumurtaya girdiği süredir üç saniye. Eroinin kana karıştığı süredir. Üç saniye farkla ölümcül bir kazaya sebebiyet verebilirsin. Bir bina tepene yıkılabilir bu süre içinde. Hayatını değiştirecek birileriyle tanışabilirsin belki. Üç saniye boyunca öpüşebilirsin bir kadınla. Ya da yaşarsın sadece. Üç adım atabilirsin. Tek bir kelime kurabilirsin ya da gözünü kırpabilirsin üç kere. Einstein'in izafiyet teorisi vardır zaman üzerine, ''Zaman aldanmacadır.'' der. Haklı. Belki de en çok bunu söylerken haklı. Yoktur zaman diye bir şey. Üç saniye ya da üç yıl... Yoktur farkları. Her şey senin nasıl bir yaşam sürdüğüne bağlı. Otuz yıllık bir ömür üç saniyeye sığabilir aslında. İntiharlar da bu yüzden belki de, fazla uzun sürdüğü için hayatlar. Yaşamım boyunca bekledim, hayatımı değiştirecek üç saniyeyi. İyi ya da kötü, değiştirmek istedim sadece. O üç saniye için yaşadım hep. Şimdiyse hayatımın en uzun anlarını yaşıyorum. Ve biliyorum ki kimse inandıramaz beni bu üç saniyenin otuz yıldan daha kısa olduğuna. 

1. Saniye: Benim adım Duman. Az önce verdim bu adı kendime. Henüz sönmeyen sigaramın dumanından esinlendim. Gün ağarıyor, başım ağrıyor. Günlerdir oturuyorum bu koltukta. Aylardır ya da... Hatırlamıyorum. Neden burada olduğumu bilmiyorum. Bir şeyler söylemek istiyorum. Çıkmıyor kelimeler dudaklarımdan. Sokağa çıkma yasağı var ağzımda. Dudaklarım tekrar içeri atıyor her birini. Zihnim bomboş. Bir şeyler hatırlamak istiyorum, olmuyor. Sağ avucumun içinde parlak gri renkte 38 kalibrelik bir çok kişinin ölümüne sebep olduğunu bildiğim ''Smith and Wesson'' adında kısa namlulu bir altıpatlar var. Niye elimde olduğunu bilmiyorum. Tabanca topundaki tek bir sarı mermi göz kırpıyor bana içeriden. Smith ve Wesson denen bu iki adamı fazlasıyla zengin etmiştir diyorum bu silah. Kullanım amacı dışına çıkan tek silahtır bu. Ruslarla ve rulet adlı kumar oyunuyla anılır. Ölüm bahisli kumarlarda kullanılır. İhtimallerin silahıdır. Olasılıkların silahıdır. İçindeki tek mermi altıda bir ihtimalle ölüm verir insana. İkinci mermiyle artırırsın ihtimali. Altı mermiyle şansın yüzde yüzdür. Hayat ihtimallerden ibaret diyorum kendime. Ölüm olasılığın ta kendisi. Eğer evinde yalnızsan ölme şansın çok düşüktür. Bir elektrik prizine fiş takıyorken yükselir ihtimal. Bir başkasıyla birlikteyken artar şansın. Sevişirken her an durabilir kalbin. Sokağa çıktığında daha çok yaklaşırsın ölüme. Kalabalık caddelerde ölümü kokluyorsundur. Eğer bir savaşa katılmışsan, Azrail ensende mesai saati bitimine kadar seni aradan çıkarmayı bekliyordur. Ve eğer benim yaşadığım gibi bir hayat sürmüşsen, bu yaşa kadar nefes alabilmiş olman, minerallerinin hala toprağa karışmamış olması bir mucizedir. Evet diyorum, hayat olasılıklarla yaşanır ama hiç bir an bu kadar açık durmaz karşında ihtimaller; eğer bu silahla oynamıyorsan. Bu silahın topuzundaki altı boşluktan birinde duran merminin isabet ettiği eti çürükçül canlılara akşam yemeği yapma ihtimali altıda birdir. Hatırlıyorum sonra, bu ölüm makinesini niye elimde tuttuğumu. Basıyorum tetiğe. 

 2. Saniye: İşaret parmağım tarafından geriye doğru itilen tetik, sağ baş parmağımın altında bulunan gri horoza baskı uyguluyor. Ve silahın horozu bu baskıyla yukarı doğru kalkıyor. Horozun, silahın ateş edilmeyen her anda etki uyguladığı altı delikli silindir serbest kalıyor ve altmış derecelik bir dönüşle, altıda bir ihtimalle dolu olan mermi yuvasını iğne ve horozla aynı hizaya getiriyor. Falya barutu falya haznesine dökülüyor. Annem geliyor aklıma. Ne yapıyordur acaba şimdi diyorum. Şimdi, şu anda... Ağlıyor mudur yoksa? Babamla mı tartışıyordur her zamanki gibi? Düşünüyor mudur beni? Ya da kahkaha atıyordur belki bana hiç komik gelmeyecek bir neden için. Hep böyle olmuştu diyorum. Hiç bir zaman komik bulamadım hayatı. Biraz gülseydim eğer her şey farklı olabilirdi belki. Yüzü geliyor aklıma. Hayatıma giren diğer tüm insanların önünde beliriyor yüzü. Onun da üç saniyesi uzun mudur benimki kadar diyorum. Ya da sadece üç kısa saniye midir, dakikanın yirmide biri midir sadece? Tam karşımda duran ahşap renkli gemici motifli saate takılıyor gözlerim. Akrep üçün üzerinde yelkovanı beceriyor. Saat üçü çeyrek geçiyor. Uyuyordur kesin diyorum, eğer hayattaysa... Kalmaz bu saate, erken yatar. Belki çığlık çığlığa uyanır uykusundan az sonra. Hatırlıyor mudur beni? Pişman mıdır ben henüz iki aylık bir ceninken beni aldırmadığına? Hayır diyorum sonra, tüm dünya utanç duyuyordur varlığımdan ama o benden mutluluk duyan tek kişidir. Tanrı bile pişmandır beni yarattığına ama o pişman değildir benden diyorum. Belki de gurur duyuyordur benimle. Yaşıyor mudur hala? Hatırlıyor mudur beni?Ama ben hatırlıyorum. Anneme yaşattığım acıları hatırlıyorum. Ruhuna bir otuz yıl kadar, bir ben kadar daha ömür kattığımı hatırlıyorum. Düşmanlarıma yaşattıklarımı hatırlıyorum. Öldürdüğüm insanları hatırlıyorum. Mahvettiğim hayatları hatırlıyorum. Seviştiğim kadınları hatırlıyorum. Kendime çektirdiğim acıları hatırlıyorum. İçtiğim her bir içki şişesini, kustuğum her damla nefreti hatırlıyorum. Hatırlıyorum her şeyi... Hiç kimse suçlu değil diyorum sonra. Kimse bilemezdi benden böyle bir canavar çıkacağını. Kim nereden bilebilirdi ki şeytanın benim bedenimde şube açacağını? Ben de bilemezdim. Ben sadece hatalı üretilen ve iadesi gereken bir makineyim diyorum. Devrelerim yandığı için kendimi mutsuzluğa ve acı çektirmeye planladım. Acilen kapatılmam gerek o kadar. Bir tane daha gelmedi benden, gelmeyecek de. Küçükken öğrendiğim dualar geliyor aklıma. Uzun zamandır düşünmemiştim hiç birini. Okuyabilseydim eğer birini, hatırladığım kadarıyla... Uzundu hepsi üç saniyeden. 

Barut falya haznesinde toplanıyor. Tetiğin bir saniye içinde gösterdiği geri tepmeyle birlikte tüm mekanizma geriye doğru işliyor bu kez. Horoz tekrar yapışıyor silindire. Daha sonra falya haznesindeki barutu ve eğer varsa, mermi yuvasındaki mermiyi ateşliyor. Saatten bir tık sesi geliyor. Dakikanın altmışda birine denk sesi duyuyorum. Bir saniye daha geçiyor. 

 3. Saniye: Soğuk bir çeliği hissediyorum şakağımda. Tanıyorum bu soğukluğu diyorum. Üzerinde sabahladığım bankların soğuğu bu. Her sabah aynaya baktığımda yüzümde gördüğüm soğukluk. Öldürdüğüm her insanın teninde görmüştüm ben bu soğuğu. Sonra bir sıcaklık kaplıyor aynı yeri. Bu sıcaklığı da hatırlıyorum diyorum. Belki de en iyi tanıdığım şey dünyada; kendi kanımdan daha yakın bir dost yok benim için. Dostumun sıcaklığı bu, öptüğüm kadınların dudaklarındaki sıcaklık, ateşe verdiğim evimin sıcaklığı... Tanıyorum diyorum hepsini. Ölüm yabancı değil bana. Her şey gerçekliliğini yitiriyor. Nesneler, duygular, düşünceler... Hepsi o kadar uzak geliyor ki artık, hissedemiyorum hiç birini. Kayboluyor sıcaklık, soğukluk uzaklaşıyor. Açık pencereden rüzgar giriyor odaya. Görmüyorum, hissedemiyorum ama tahmin ediyorum. Ellerim üşüyor. Titriyor boşalan zihnim, aç bir çocuk gibi. Sulanacak birazdan gözlerim. Biliyorum, görmüştüm bana ait bir kaç maktulün gözlerinde yaşları. Kendiminkileri bekliyorum. İhtiyacım var buna diyorum, ağlamalıyım. Hiçlik kovuyor bedenimden tüm duyularımı. ''Ben geldim.'' diyor, ''Kaçın!''. Tek gerçek benim diyorum. Sonsuzluğa gidiyorum, orada ben varım. Kainatın tek gerçeği olarak ulaşacağım sonsuza. Üç saniye, altıda bir ihtimal, zaman... Hepsi yalan diyorum. Her şey sahte. Hiç bir şey yok. Tek gerçek biziz: ben ve ölüm. Hala duman çıkıyor sigaramdan. Saatten gelecek son bir tık sesini bekliyorum. Her şeyin bittiğinin habercisi olacak tek bir tık sesini. Gelmiyor o ses. Açıyorum gözlerimi, saate bakıyorum. Donuyor akrep, yelkovan, saniyeler. Donuyor her şey. Duruyor zaman, akmıyor. Bitmiyor üç saniye. Kapatıyorum gözlerimi...


 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı