Ayaklarım Uyuşmaya Başladı

                          
                               
      Ne zaman çekip gitmek isteseniz , koşa koşa yanınıza gelip “Gitme,” diyen birilerini beklersiniz aslında. Ne yalan söyleyeyim bende bekledim ama birilerini değil sadece birini bekledim. O da gelmeyince bu şehirde durmam için bir nedenim kalmadı.

   “Arkama bakmadan gittim dememi,” bekleyeceksin belki. Arkama çok baktım. Bana yetişsin diye yavaş yavaş yürüdüm. Kimse seslenmedi arkamdan .Sokaklar bomboştu. Umudumu kaybetmedim yinede. İstanbul’a “Hadi eyvallah” dediğim ana kadar sevdiğim kadını bekledim ama ne kokusunu aldım giderken, ne de sesini duydum. Bir tek hüsn-ü cemali kaldı aklımda. Şimdi sana bu kalabalık şehrin içinde kadınımı nasıl bulduğumu, tanıdığımı anlatacağım.

   Tıpkı “şarabın bulunuşu” gibi buldum onu. Nasıl yani diyeceksin ? Önce şarabın bulunuşunu sonra onu nasıl bulduğumu anlatayım. Şarabın bulunuşuyla ilgili birçok rivayet vardır. Cem ve Dionisos ile ilgili olanlarsa en çok aklımda kalanlar... Yalnız Cem ile ilgili olan rivayet zihnimin bir köşesinde sürekli durur. Tanıdık gelir o hikaye. Benim sevdiğimi keşfim, Cem’in şarabı keşfetmesi gibiydi. Anlatayım.

    Cem’in sarayında, acı üzüm suyu zehir zannedilirmiş. Birgün saraylı bir kadın çektiği baş ağrılarına dayanamayıp, kendini öldürmek için güneşin altında duran üzüm suyunu içmiş. Şarabı içtikten sonra ne baş ağrısı kalmış ne de sıkıntısı. Bir hafiflik ve keyif gelmiş ruhuna. Durumu öğrenen Cem üzüm suyunu eksik etmemiş sarayında ve daha sonra üzüm suyunun ünü diyar diyar dolaşmaya başlamış. Cem’in hikayesini kısa tutup kendi hikayeme geleyim.

    Annem öldükten sekiz ay sonra da babam öldü. Babam, annemin hastalığının en kötü dönemlerinde “Annene bir şey olacağına bana olsun. O ölürse bana bakan olmaz ama ben ölürsem o kendi kendine bakar,” derdi. Kas erimesi diyorlardı annemin hastalığına. Allah düşmanımın başına vermesin dediklerinden… Peki babam?  “Aşk uzaktaysa adı aşk değil, dert olur,” derdi babam. Annem bu dünyadan göçtükten sonra o da bu derde dayanamadı. Kalp krizi geçirdi. Şimdi yan yanalar , belki de el ele…

   Ölüm ve ayrılık yokluğun en yüce halidir. Her ikisi de “dert sahibi” eder insanı.  Büyük ozanları okuyunca anlıyor insan, ayrılık ile ölümün birbirinden hiçte uzakta olmadığını. “Özlemek, ölmekten iki harf fazla be çocuk,” diyor Cemal Süreya. Ben yine de direndim. Hem ölüme hem de ayrılığa alışmaya çalıştım. Kendi kendime konuşur ve “Alıştın artık oğlum,” derdim. Sabahları çayımı tek başına içmeye alıştım. Ayrılığın acısı hafifliyor zannettim. Yatağa giderken “Allah rahatlık versin,” diyecek kimselerin olmamasına da alıştım. Ölümün boşluğunu da doldurduğumu zannettim. Acıyı güneş unutturuyor sabahları ama ay her şeyi darmadağın ediyor akşamları. Onun için inanmayın siz bana. Yok böyle bir şey. Alışamıyorsunuz. Çayla falan olacak şeyler değil bunlar. İnsan kokuya alışmıştır kokuya… O da hep burnumda. Annem ve babamdan başka kimsem yok derdim. Şimdi onlarda yok. Yok yokun içine karışmış gidiyor anlayacağın.

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiydim. Annem ve babam öleli hayli zaman olmuştu ama geceleri ay yapmadığını bırakmıyordu bana. Usanmıştım. Kendime bir zehir arıyordum. Nasıl bir zehir peki ?

    Elbette gidenlerin yerini dolduracak bir zehir vardı. Buralarda bir yerlerde olmalıydı. “Bulunca ne olacak?” diye soruyorsun. Zehir etkisini gösterecek. Ayaklarım uyuşmaya başlayacak. Sonra kollarım tutmayacak. Dilim uyuşacak. Gözlerim kör olacak. Zihnim benden gidecek. Sonra da bedenim terk edecek ruhumu. Vücudumun bu zehre ihtiyacı vardı.

    Salı günüydü. Beyazıt Meydanı’nda betonların arasında yükselen ağacın altındaki bankta oturuyordum. Kafamı kaldırmıyordum.  Birileri ile yüz yüze gelmek ve selam vermek istemiyordum.  Bilge Karasu okuyordum. Yanıma birisi oturdu. Dönüp bakmadım ama saçlarının kokusu burnuma geldiğinde kafamı bir an için de olsa kaldırmak istedim. Sanırım zehrin kokusuydu bu. Kaldırdım kafamı ve sadece bir iki saniye baktım yüzüne. Gülümsedi. Tekrar indirdim başımı ve kitabıma devam ettim. Aradan beş dakika geçti ve söylenmeye başladı  kendi kendine. “Nerede kaldı bu?” dedi. Sanırım arkadaşının okuldan çıkmasını bekliyordu belki de sevgilisini… Kafam artık kitapta değildi. Banktan kalkıp kalmamak arasındaydım ki bir anda konuşmaya başladı:

       - “Pardon bir şey sorabilir miyim acaba?” dedi.

       - “ Tabiki de buyrun,” dedim.

       - “Kitabınıza bakabilir miyim ? Çok severim Bilge Karasu’yu,” dedi.

       Kitabı uzattım. “Acaba benimle konuşmak için bahane mi arıyor ?” diye sordum kendi kendime. Belki de Bilge Karasu’nun bu kitabını sahaflarda bulamamıştır diye düşündüm. Sohbeti edebiyattan açınca sevdiğimiz yazarları ve şairleri söylemeye başladık birbirimize. Şiirden bahsettik. Edip Cansevir’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinin ikimizin de en sevdiği şiir olduğuna karar verdik.  Aylardır  kimseyle bu kadar uzun konuşmamıştım. Hele edebiyattan hiç konuşmamıştım. Kitapların adları arasında kaybolduğumuz bir anda:

-   “Nerede kaldı bu kızlar?” demeye başladı.

-  “Gelirler. Acele etme,” dedim.

 Demez olaydım. Kadınımın ilk ve en önemli özelliğini öğrendim. Aceleci olmalıydı. Devam etti:

     - “ Ben gidiyorum fakültenin önüne. Bu arada memnun oldum tanıştığıma,” dedi.

     - “ Bende memnun oldum ama adınız neydi ?” diye sordum. “Pınar adım. Müsait olduğunuz bir günde edebiyat sohbetimize devam ederiz. Şimdi gitmem lazım. Notları arkadaşıma vereceğim” dedi gülümseyerek. Arkasını döndü ve telefonunu kulağına tutarak gitti. Bu en güzel gidişiydi.

    İşte zehrin vücuda ilk teması böyle oldu.


   1.Bölümün Sonu

   Çivi Kemal









 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı