Monolog




Telefonu kapatıyorum.

Yeliz, tedirgin biçimde bana bakıyor. Kendimi daha rahat hissediyorum. Aksine sokak sakinleri, kendi rahatlarının kaçtığını belli eder bir tavırla, gözlerini açmış beni süzüyor. Pencerelerde beliriveren insanları fark ediyorum karşıdaki apartmanda. Restoranların terasından kafasını merakla sarkıtanlar, tiyatro sahnesine çıkmış bir oyuncuymuşum gibi hissettiriyor beni. Onların bakışına kayıtsız kalmaya çalışıyorum. Henüz sokağa yeni girdiğimizde, kafede oturan insanların yoğun sohbet ve kahkahalarıyla çıkardığı sesin, gecenin sakinliğiyle nasıl da zıtlık yarattığını düşünürken; sokağın sonunda, geceyi kendi doğal sükûnetine kavuşturan bir peri oluveriyorum adeta. Sadece, elimde sihir çubuğu yerine telefonum var şuan. Ve periliğe bürünmemi sağlayan tek şey,  saniyeler önce koca gürültüyü bıçak gibi kesen çığlığım…

***

Son zamanlardaki buhranlı günlerim canımdan bezdirdi beni. Üç ay önce abim vefat etti. Benim için abimin değeri ne kadar büyük bilseniz, beni çok iyi anlarsınız. Belki de anlayamazsınız; çünkü o, hiçbir abiye benzemezdi.

Abimin yasını tutmuş ve dünyanın geri kalanını, kafasını toprağa gömen bir deve kuşu kadar umursamaz olmuştum. Bu durum işimi kötü etkiledi. Şirket için yıllarca didinişim, bir aylık bocalamayla çöplüğü boyladı. Zaten öyledir, şirketler harçlık veren akrabalara benzemez. Vefadan uzak, anlayıştan yoksun, tinsel gerçeklikten bihaber; kar amacına kenetlenmiş birer mitolojik canavar gibidirler. İçimde asi bir ruh barındırıyorken, bahaneler sıralayıp anlayış beklemek bana göre değildi. Şikayetlerin sıklaşmasıyla birlikte bana kapıyı gösterdiler. Hay hay, o kapıyı her gün çalışma ihtirasıyla açan bendim. Nitekim yerini iyi biliyordum. Fakat durumum bununla da kalmadı ve bundan iki hafta sonra Tolga’yla aramız bozuldu. Hemfikir olmak zordur, bunu yapabiliyorduk; ama hemhal olmak daha da zordu. Benim solgun bir çiçeği andıran dökülüşüm, Tolga’nın hiç de hoşuna gitmiyor ve bunun patolojik bir durumu doğurmasından korkuyordu. Bense hüznümü yaşamaya soyunmuştum, kafamı başka bir olaya yoramayacak kadar bitkin hissediyordum kendimi. Yıllar önce okuduğum bir kitapta Albert Camus’un ’’Bir insan söyledikleriyle olduğu kadar, bir de söylemedikleriyle insandır,’’ sözü yer alıyordu. İçimde yaşayıp dilime ulaşamayan çok şey vardı belki benim de. Ve bu içe dönük yanım, Tolga için dayanılmaz bir hal almış olmalı ki, evlerimizi ayırmanın iyi olacağını söyleyip gitti. Ne yapmam gerekiyordu, üzülmek mi? Üzülemiyordum. Tolga’nın hep benim olduğunu düşünüyordum çünkü. Evimden gitse de, dönüp gelecekti bana. Peki abim? Geriye bıraktığı tek şey aklımdan çıkmayan küçüklüğümüzdü. Ve artık, asla eskisi gibi bana sahip çıkmaya çalışamayacaktı.

***

O sokaktan ayrılıp yavaşça yürüyoruz. Kafamda sürekli son üç ayın tekrarı dönüyor. Yakın çevremizle sıkça geldiğimiz bir balıkçıya oturuyoruz Yeliz’le. Yüzüme bakıyor, buraya gelinceye dek kafamı dağıtmak için çok uğraştı. Karnımız da guruldamaya başlamışken, yarım saat önceki olayın bahane olacağını söyleyip beni buraya getirdi. Hep böyleydi, anaç tavırlarıyla huzur salardı etrafa. Akşamüzeri eve geldiğinde beni yine dışarı çıkmaya ikna eden o oldu. Şimdiyse karşımda ve yine aynı merhamet kokan tavırla siparişimizi vermeye başlıyor. Konuşmama gerek yok, o derdin devasını bilen bir ebeveyn edasıyla davranıyor. Balığın yanına bir rakı açtırıyor. Bense çantamı ve makinemi kenara yerleştiriyorum. Daha önce heves edip amatörce başladığımız fotoğraf uğraşına, Yeliz’in ısrarı sonucu devam etmeye karar vermiş ve bugün makinemi de yanımda getirmiştim. Hatta son günlerde hiç olmadığım kadar keyifli çıkmıştım evden. Olsa olsa bundan dört beş saat kadar öncesiydi. Akşamüzeri marinaya inip deklanşöre basmakla vakit geçirdik. Hava karardıktan sonra şehir içine dönüp ayaküstü sohbetimizi sürdürdük. Birkaç gece çekimi yaptıktan sonra o sokağa girip yürümeye başlamıştık. Telefonum çaldı, arayan Tolga’ydı. On gündür hiç konuşmuyor oluşumuz, ekranda onun isminin belirişiyle birlikte, yoğun bir özlem duygusu hissettirdi bana. Halbuki telefonu açtığımda onun sesinde aynı duyguya dair hiçbir titreşim yoktu. En sonunda bana ayrılmak istediğini söylemesiyle son aylarda yaşadığım tüm olumsuzlukların ağırlığı belimi kırdı, gırtlağıma vurdu ve bilinçsizce bağırdım. Ağzımdan ne çıktı hiç bilmiyorum, sadece haykırdığımı ve çığlık attığımı hatırlıyorum. Atmosfer basıncı mı artmıştı, kan mı kaybediyordum;  söylediklerini dinlerken kafam ağırlaşmış, göğsümde gittikçe büyüyen bir sızıyla, birden patlamıştım. Nerede olduğumun bir önemi yoktu, çevredekilerin anlam aramaya çalışır bakışları benim anlamsızlaşmaya başlayan bedenimden geri sekiyordu. Bütün kaslarımın sonuna kadar kasıldığını hissederek bağırmış ve telefonu kapadıktan sonra rahatlamıştım. Ağlıyordum evet; ama alışmıştım belki de. ‘’Benim’’ dediklerimin gidişi, açılışını sert bir aparkatla yapmıştı ve Tolga'yla ayrılışımız, okkalı bir tokattan fazlasını hissettiremiyordu bedenimde.

Şimdi bu küçük balıkçıda, Yeliz’le ilerleyen dertleşmemiz sonucunda alkol yavaş yavaş kanıma karışıp, damarlarımda fink atmaya başlıyor. Biran, bu saatte kız başıma oturmuş demleniyor olmanın da, doğal bir gecenin siluetine aykırı olduğunu düşünüyorum. Yalnız, geceyi doğallığına büründüren saatler önceki periliğimden eser kalmadığını hissediyorum şuan. Bedenim git gide uyuşuyor; fakat ruhumun alarmını kurmuş bekliyorum. Zihnim, derinlikler arasında mahsur kalmış zavallı bir adam gibi küçük bir gün ışığına tutunuyor. Belki de Gülten Akın’ın söylediklerini hayatımda ilk kez gerçekleştiriyorum. Ve durup ince şeyleri anlamaya bırakıyorum kendimi.  Ne kadar ayıp etmişiz oysaki, ne çok çarçur etmişiz zamanı. Küçük şeyler için, minik zamanlar yaratmaktan aciz kalmışız. Kadehimden bir yudum alıp kendimi düşüncelere bırakıyorum. Siz de bırakın kendinizi, bir düşünün…

Örneğin,
Daha önce, fırından yeni çıkmış bir kekin kokusunu özlediğiniz oldu mu? Sahaftan aldığınız eski bir kitabı elinizde dağılıp kalmasın diye uğraşarak okumayı denediniz mi mesela? Yaşlı biriyle konuşmayı aramadınız mı hiç sıkıntılı anlarınızda? Yahut, küçük bir çocuğun ağzından yalan yanlış çıkan sözleri dinlemeyi istemediniz mi? Birisi tarafından korunmanın huzurunu ve birini koruma sorumluluğun verdiği cesareti hissedeli ne kadar oldu? Bir şiiri bağıra çağıra okumayı, hem de öyle birileri duysun diye değil; sırf o şiiri içinizde delice hissettiğiniz için okumayı hiç mi arzulamadınız?

Eğer bunları kendinize uzak görüyorsanız; yahut atıyorum, yanı başınıza bir serçe kondu diye bile sevinmeyi hiç becerememişseniz mesela, ruhunuz uyuyor sizin. Tıpkı benimki gibi… Uyuyan bir ruhla başa çıkması zordur, farkına varıyorum bunun. Yeliz’e bakıp kaldırıyorum son kadehimi. Aklım buğulanıyor, gözlerim doluyor. Yıllar önce yaptığımız gibi, abimle kaydırakta kaymayı özlüyorum. Çığlığımı bu sefer ruhuma yönelttim;

Ruhumu uyandırmaya çağırıyorum…

Mübaşir



 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı