Divit Atölyesi Taşındı!

Oyun Yazma Yarışması



Bu sene altıncısı düzenlenecek olan Mitos-Boyut Tiyatro Yayınları’nın oyun yazma yarışmasına hazır mısınız? Tiyatroya duyulan ilgiyi artırmanın yanı sıra, oyun yazarlığına da dikkat çekmek ve yeni yazarları özendirmek amaçlı düzenlenecek olan oyun yazma yarışmasında, yarışmanın seçici kurulu arasında Prof. Dr. Metin Balay ve İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oyuncu, yönetmen ve oyun yazarı olarak görev alan Aslı Öngeren gibi alanında yetkin ve değerli isimler yer alıyor. Konu sınırlamasının olmadığı yarışmada katılım koşulları ise şu şekilde:

1. Yarışmaya oyun yazarı olarak herkes katılabilir.

2. Konu sınırlaması yoktur. Oyunlar, özgün yeni çalışmalar olacaktır; roman, öykü, şiir, anı, oyun vb. gibi yapıtlardan yapılmış uyarlamalar ile çocuk oyunları ve kısa oyunlar yarışma dışıdır.

3. Oyun metinleri en az 50.000 bilgisayar vuruşlu (aralıklar dahil) olacaktır; bu koşula uymayan metinler yarışma dışı bırakılacaktır.

4. Oyunlar, son başvuru tarihine kadar, hiçbir yerde yayımlanmamış, ödenekli veya profesyonel tiyatrolarda oynanmamış, yarışmalarda ödül almamış olmalıdır.

5. Yarışmaya en çok 2 (iki) oyunla başvurulabilinir.

6. Yarışma sonunda, gelen oyunlardan 3 (üç) oyuna, derecelendirme yapmadan En İyi Oyun ödülü verilecektir.

7. Seçici Kurul’un derecelendirmeden seçeceği üç oyun bir arada tek kitap halinde yayımlanacak ve kazanan her yazara basılacak bu yarışma kitabından 20’şer adet ve kendilerinin yayınevimizi yayınlarından seçeceği kitaplardan 1.500 TL tutarında kitap verilecektir.

8. Oyunlar, 30 Haziran 2014 tarihi akşamına kadar, dijital ortamda, CD / flaş bellek ile yayınevine bizzat teslim edilmeli (ya da posta ile gönderilmeli) veya internet aracılığıyla ‘’mitosboyutyarisma@gmail.com’’ adresine e-mail ile iletilmelidir. E-mail ile gönderilecek oyunların yayınevimize ulaştığı kendilerine e-mail ile mutlaka bildirilecektir.
Yayınevinin adresi: Mitos-Boyut Yayınları, Osmanlı Sokağı Osmanlı İşmerkezi 18/12 Taksim, Beyoğlu / 34437 İstanbul (Tel. 212. 249 87 37-38)

9. Başvuruda bulunanlar, adlarını, adreslerini, kısa özgeçmişlerini ve telefon numaralarını, gönderecekleri oyun metninin başına açıkça yazmalıdırlar. Yazarının kimliği, adresi, özgeçmişi olmayan metinler yarışma dışı tutulur.

Yarışmanın sonuçları, 29 Eylül Pazartesi günü açıklanacak.

HAFTANIN KİTABI





1930’lu yıllarda, Alabama’nın küçük bir köyünde geçen roman, ufacık bir kız çocuğunun dilinden anlatılır ve yazıldığı tarihte Amerika’da temel meseleler haline gelen ırk ayrımcılığı, sosyal hiyerarşi ve çocuk eğitimi gibi konulara oldukça etkileyici bir biçimde değinir. Öyle ki, yazarı Harper Lee’nin tek romanıdır. Daha sonra filme de uyarlanan roman, birçok ödül almış ve Library Journal tarafından yüzyılın en iyi romanı seçilmiştir.

Kitaba adını veren bülbül metaforu ise, ilk olarak Noel’de babaları çocuklara bir tüfek hediye ederken karşımıza çıkar. Babalarının uyarısı, sonrasında geçen olayları karşılaştırmalı olarak değerlendirebilmek için önemli ve romanın belki de en vurucu sözü olarak kabul edilebilir:

‘’İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın.’’

Baş üstü romanlardan biri olarak edinmenizi tavsiye ettiğimiz ‘’Bülbülü Öldürmek’’ romanını severek okuyacağınızı düşünüyoruz, keyifli okumalar… 

Nazım'ın Işığında Güneşli Güzel Günlere


Annelerin ninnilerinden 
Spikerin okuduğu habere kadar,
Yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
Anlamak sevgilim. O, bir müthiş bahtiyarlık,
Anlamak gideni ve gelmekte olanı.


O, anlayabilmenin verdiği hazzı beş satırda anlattı dünyaya. 

Peki biz O'nu kaç satırda anlatabiliriz? İnsan olmanın kırılganlığını, güçlülüğünü, yenilgisini, zaferlerini, umutlarını, sevdalarını, hürriyetini, esaretini ve insana dair sayamayacağımız kadar çok özelliği, en etkileyici kelime kombinasyonlarını kurarak kağıda aktarmış olan bir adama dair, nasıl bir tanımlama yapılırsa yapılsın, az gelmez mi? 

Kuracağımız ardı arkası gelmez cümlelerin aslında ne kadar da boş kalacağını hissedercesine, kendine dair anlatımı yine kendisi yapıyor ve cevap veriyor bize:

''Ben bir insan, ben Türk şairi Nazım Hikmet. Tepeden tırnağa ümit, hasret ve kavgadan ibaret.''

Doğumunun ardından 112 yıl geçti büyük üstad ve biz, bahsettiğin ''güneşli, güzel günler''in umuduyla yaşamaya devam ediyoruz...


Ölüme Giden Yol





Saat geç olmuştu ve çok yorulmuştum. Acıta acıta içtiğim kadehlerin de etkisiyle uyuyakalmışım. Yatağıma nasıl gittiğimi bilmiyorum ama nasıl uyandığımı hayal meyal hatırlıyorum. Ancak bir Çinlinin yapacağı işkenceydi ve ben buna karşı gelmeye çalıştıkça o daha da artırıyordu şiddetini. Bir giyotin inceliğinde ve darağacı uzunluğundaydı, kulaklarımı adeta parçalıyordu telefonun sesi ve bedenim de eşlik ediyordu sanki. Telefon inatla çalıyor ve işkencenin süresini uzatıyordu. Baş edemeyeceğimi anladığımda telefonu elime aldım. Saat 3 civarıydı. Arayan Esra’ydı. Neden bu saatte ısrarla aradığının şaşkınlığıyla ve durumun anlamsızlığıyla, tekrar aradığında açtım telefonu. “Alo. Okan’ı hastaneye kaldırmışlar ben oraya gidiyorum yoldayım şuanda sende koş gel çabuk. Meira Hastanesine kaldırmışlar” dedi. Kulaklarıma inanamamakla birlikte “Orası nerede?” diye soruverdim. Aldığım cevap: “Asmalıbahçe’de Uğurlu caddesinin üstünde” idi. Tamam diyerek telefonu kapattım fakat üzerime birden büyük bir yük bindi sanki. İçim acıdı, üzüldüm ve şaşkınlık hissettim. Ayrıca başım da çok ağrıyordu.

Üzerime elime geçenleri hemen giydim. Sonra kendimi evimin kapısını kilitlerken buldum. Genellikle kapımı kilitlemezdim, zaten çalınabilecek bir şey de yoktu içeride ama kilitlemiştim. Merdivenlerden hiçbir şey düşünmeden indim ve apartmanın kapısını açarak dışarı çıktım, kapı önünde bir süre duraksadım. Gecenin soğuğu öyle vurdu ki yüzüme, üzerimde insanların beni arkamdan vurmasıyla aynı etkiyi yarattı, kendime gelmemi sağladı. Yavaş adımlarla yürümeye başladım, hala alkolün etkisindeydim ve baş ağrımın şiddeti gittikçe artıyordu.

Bir taksi bulmak için caddeye doğru yürümeye karar verdim. Caddeye çok uzakta oturmuyordum, 5 dakikalık mesafem vardı. Bu yolu, yaklaşık son yarım saatimi anlama çabalarımla bitirdim. Caddeye çıktığımda taksinin geçmesi için beklemeye başladım. Bazen taksi bu caddeye adım attığımda çıkıverir karşıma bazen de uzun süre bekletir. Muhtemelen şuan bekleyeceğim bir müddet. Gecenin bir yarısı taksi gelir miydi acaba? Bu saatte hiç taksi beklememiştim burada. Taksi durağına mı gitsem?

Taksi durağına varmak üzereyim. 20 dakika yürüdüm ama orada beklemektense yürüyerek buraya gelmek daha cazipti benim için.

“Merhaba. Acilen bir taksiye ihtiyacım var.”

“Tabii efendim.”

Şoförlerden birisi yanıma geldi ve duraktan birlikte çıktık. Şoför en öndeki taksinin kapı kilitlerini elindeki anahtarın tek tuşuyla açarak: “Buyurun” dedi. Araca bindim. Şoförde bindi ve aracı çalıştırdı. Kısa süre gittik ve bana dönerek: “Nereye efendim?” diye sordu. “Meira Hastanesi. Hızlı olalım biraz.” diye yanıtladım. Taksici bir hışımla önüne dönerek hızını artırmaya başladı. Hala tam olarak kendime gelememiştim. Telefonu elime aldım ve saatin 4 olduğunu gördüm. O sırada diğer arkadaşlara da haber vermem gerektiğini hatırladım. Murat’ ı aramalıydım. O diğer herkese haber verir zaten.

Telefonumun rehberinden Murat’ın numarasına bakarken şoföre: “Hastaneye gitmeden önce Gümüşköy’ den bir arkadaşımı alacağız, sahil yolundan.” dedim. “Tabii efendim” cevabını aldıktan sonra Murat’ı birkaç kez aradım. Telefonda “Alo” sesini duyduktan sonra: “Murat! Okan’ı hastaneye kaldırmışlar. Ben taksideyim şimdi seni almaya geliyorum.” Dedim. “Tamam” dedi. Sonra telefonu kapattım. Sanırım Murat’ın Çinlisi de ben oldum.

Sahil yoluna girdiğimizde şoföre biraz yavaş gitmesini rica ettim. Şimdi yolda taksiyle yavaşça ilerliyoruz. Murat’ ı gördüğümde şoföre durmasını söyledim. Murat hemen taksiye binerek: “Ne olmuş Okan’a?” diye sordu. Cevabım: “Bilmiyorum” oldu.
Kısa bir sessizlikten sonra Murat tedirginliğini en içten şekilde ifade etti:

“Umarım Okan’ın önemli bir şeyi yoktur.”

“İyi düşünelim iyi olsun kardeşim. Beyhude üzülmeyelim şimdi.” Ben de tedirgindim fakat soğukkanlı olmalıyım. Sonuçta birinin bunu yapması gerekiyor.

Murat’ ı aldıktan sonra yarım saat taksiyle yolculuk yaptık. Her geçen dakika, Murat ve beni iyice geriyor. Bu sebeple şoföre dönerek ne kadar yolumuzun kaldığını sordum. Şoför: “10 dakikaya hastanedeyiz” diyerek aracın hızını biraz daha artırdı. O sırada Bekirpaşa Viyadüğü yazılı tabelayı gördüm. Hemen ardından diğer yoldan çok süratli bir aracın başka bir araca çarptığını, hızlı olan aracın bizim yolumuza takla atarak girdiğini, bize doğru geldiğini gördüm. Şoför büyük bir korkuyla frene asıldı fakat fayda etmedi. Şiddetli bir çarpışma sesini işittim ve taksi kontrolden çıktı, bariyerlere çarptı, bariyerler aracı durduracak güce sahip değildi. Aracımız bariyerleri adeta ezerek geçti ve ardından viyadükten aşağıya doğru düşüğümüzü gördüm. Tanımlayamayacağım bir korku içindeyim. Tekrar bir çarpma sesi işittim, ardından birkaç taklayla birlikte derenin kenarındaki ağaca çarparak araç durdu. Başım yaralanmıştı ve kanlar boynumdan göğsüme doğru akıyordu. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ne yapmam gerekiyor? Hareket edemiyorum, sanırım sıkıştım.

“Murat! Şoför Bey! Hey! İyi misiniz? Ses verin.” Sesleri çıkmıyor. Telefonumu çıkarmalıyım. Ah! Kolum. Hareket ettiremiyorum. Allah’ım yardım et bize. ”Murat! Duymuyor musunuz? Ses verin bana. Hey!”

Çabalıyorum ama bir türlü hareket edemiyorum. Sıkışmasaydım çıkabilirdim belki araçtan. Murat ile şoförü de çıkartırdım. Ambulans sesi mi bu? Evet, ambulans sesi, uzun süre geçti sanırım kazayı yapalı. Bir an önce gelip kurtarsalar bizi. Hastaneye giderken her dakika saatler gibi geliyordu, şimdiyse her dakika saniyeymiş gibi. Sanırım, insanın; hiç bitmesin dediği anlarda zaman çabuk geçiyor. Hayatımın bitmesini istemiyorum. Çok yorgun hissediyorum kendimi. Gözlerim kapanıyor. Acaba hastaneye kadar gidebilir miyim? Belki de hastanede açabilirim gözlerimi...


Nevmit Balıkçı

Özgürlüğün El Kitabı

                                         


  1.Bölüm

    'Sana bir sır vereceğim' dedi 6 numaralı personel. 3 katlı alışveriş merkezinin en üst katında, hamburger satan reyonun mutfağında. Üstünde kırmızı yatay çizgili önlük ve kırmızı şapka vardı. Yıllardır hamburger satmış ve henüz tadına bakmamıştı. 'Söyle' dedi 8 numaralı personel, bir büyük boy hamburger ve büyük boy kola hazırlarken. 2 ay önce başlamıştı işe ve hamburgerden nefret ederdi.
    'Bir hafta önce evime bir posta geldi' dedi 6 numara. 'Üstünde adım yazıyordu ve içinde bir kitap vardı. Kitabın adı: Özgürlüğün El Kitabı. ‘Kitabın ilk sayfasında altın tozundan harflerle adım yazılı ve benim kutsal kitabım olduğu yazıyor,’ dedi.8 numara bir orta boy kola hazırladı ve içine büyük boy bir tükürük bıraktı. 'Bir orta boy kola' diye bağırdı. Devam etti 6 numara, 'Kimin gönderdiğini bilmiyorum ama galiba birileri benim kurtuluşumu istiyormuş' dedi. 'Ne kurtuluşu?' dedi 8 numara. 6 numara yanı başındaki dolaptan çıkardı kutsal kitabını. Kırmızı kapaklı kalın bir kitaptı, okumaya başladı.
    'Bilinçlenmeliymişim' dedi. 'Kurtuluşum kendi elimdeymiş.Proleterlerin kurtuluşu proleterlerin elindeymiş.' 'Proleter?' dedi 8 numara. 'Bilmiyorum' dedi, 'Ama bizim gibileri kastediyor herhalde' ve devam etti. 'Bilinçlenmeliymişiz. Sistemi değiştirebilmenin tek yolu buymuş. Bilinçlenmek. Oysa ki sistem bunun gerçekleşmemesi için her yolu denermiş. Amaçları buymuş; Düşünmememiz. Bir çok yöntemleri varmış bunun için. En önemlisi yoğun çalışma saatleri ve ağır çalışma ortamları, televizyon, hiç bitmeyen ucuz diziler, popüler müzikler, moda, sahte gündemler, kafeler ve daha bir çok şey ve burası. Hayatımızın yarısı uyuyarak diğer yarısı da uyutularak geçermiş. Ve bu düzenin adı da popüler kültürmüş'. 8 numara fırından bir tavuk burger aldı ve burnundan çıkardığı kendi yapımı olan yeşil bir sos ekledi üstüne. Birlikte kızarmaları için bıraktı fırına. 'Burası derken?' dedi.
   Okumaya devam etti 6 numara. 'Alışveriş merkezleri' dedi. 'Sahte mutluluk dağıtan sahte yaşam merkezleri.İnsanların daha çok para harcamasını, bunun için de daha çok para kazanmasını dolayısıyla daha çok çalışmasını sağlamaları için dizayn edilmişler. Paraya daha fazla bağlanmamız için varlarmış. Amaçları paraya tapan alışverişkolikler yetiştirmekmiş. Aslında burada sunulan hiç bir şey insanlığın gelişmesi için değilmiş. Her şey sistem için varmış. Bizler de bunun için burdaymışız. Bunu biliyor muydun?' dedi ve bir süre es verdi 8 numaranın cevap verebilmesi için. Cevap alamayınca devam etti okumaya. 'Alışveriş merkezleri içindeki kafe, restaurant, sinema ve eğlence merkezleri' dedi. 'Hepsi insanların buralarda daha çok zaman geçirip daha çok para harcaması içinmiş.'
   Bir başka personel, 'İki adet ekstra menü' diye bağırdı ve 6 numara kitabı bırakıp fırına geçti. Bu arada 8 numara on dakikadır pantolonun içinde sakladığı patatesi çıkardı ve doğramaya başladı. Menüler hazırlandı ve teslim edildi. Devam etti 6 numara. 'Sistem diye bir şeyden de bahsediyor. Sana sistemden bahsedeyim biraz' dedi. Hamamda çıplakken suyun kaldırma kuvvetini farkeden Arşimet kadar heyecanlıydı. Yepyeni bir şey keşfediyor gibiydi. Oysa hem su Arşimet'ten önce devam ediyordu üstüne aldığı her şeyi kaldırmaya hem de sistem 6 numaradan önce devam ediyordu altına aldığı her şeyi ezmeye. Ama ne fark ederdi ki. Görmediğimiz şeyler yoktu aslında. 'Kapitalizm' diye bir şey duydun mu hiç?' dedi 6 numara. 8 numara pek ilgili gibi görünmüyordu. Devam etti okumaya, ' Sistem' dedi. 'İçinde bulunduğumuz sistem, paraya dayalı bir sistemmiş. Bir piramit gibi düşün. En altında bizler varız. Üste çıktıkça yaşam standartları artıyor ve onların daha iyi yaşaması için bizlerin daha kötü yaşaması gerekiyor. Çünkü onlar için iyi olan her şey, bizim için kötü. Çünkü onların mutluluğu için bizim mutsuzluğumuz gerekli. Çünkü bizler onları zengin etmek için varız. Çünkü bizler onların arabasını yıkamak, çöplerini boşaltmak, çocuklarına bakmak, ay sonu hesaplarını tutmak ve bizim yaptığımız gibi karınlarını doyurmaları ve bunu yaparken daha zengin görünmeleri için varız. Biz onların kendilerini daha iyi hissetmeleri için varız' dedi ve ekledi. 'Aslında bizlere ihtiyaçları var. Bizler olmadan kıçlarını bile silemezler. Ama bu içine sıçtığımın sistemlerinin devamı için bunun farkına varmamamız gerekliymiş'. 'Vay amına koyayım' dedi 8 numara.
   'Dinle bak, kitabın arka kapağında ne yazıyor' dedi. 'Demokrasinin en büyük...'. Cümlesini tamamlayamadan iki hamburger siparişi daha geldi ve 6 numara kitabı bırakıp ekmekleri hazırladı. Bu arada 8 numara, 6 numaranın hazırladığı ekmekleri yalıyordu. Siparişler hazırlandı ve 6 numara devam etti. 'İşçi sorunlarından da bahsediyor' dedi.
   'Maaşımızı verenlerin öğle yemeği parasını kazanabilmemiz için bir ay boyunca çalışmamız gerekmiş. Dünyanın her yerinde böyleymiş bu durum. Kaç çocuğumuzun olduğu, onların masraflarını nasıl karşıladığımız, hangi şartlarda yaşadığımız, en son ne zaman adam gibi eğlendiğimiz kimsenin umrunda değilmiş. Herhangi bir sosyal güvencemiz yokmuş çoğu zaman. Sözleşmemiz yokmuş ve her daim işten kovulmakla tehdit ediliyormuşuz. Çoğu çalışanın sağlık güvencesi bile yokmuş. Çünkü ölmemiz kimsenin umrunda değilmiş. Çünkü çok fazla varmış bizlerden.' dedi ve 'Biliyor musun?' diye sordu. 'Dünyada her yıl binden fazla maden işçisi ölüyormuş. Kimsenin umrunda değilmiş hiç birinin ölümü, çünkü sonraki yıl daha farklı bin işçi bulmak onlar için sorun değilmiş. '8 numara onaylarcasına kafasını salladı ve 'İlginç' dedi. 'Evet' dedi 6 numara devam etti, 'Evet ilginç ama kitabın ikinci bölümü çok daha ilginç'. Kutsal kitabını koltuk altına aldı ve yıllardır çalıştığı hamburger reyonunu sessizce terketti. Önlüğü ve şapkası üstündeydi hala.
                                                          
                                                         2.Bölüm

    Yarım saat sonra alışveriş merkezinin idari katındaydı 6 numara. Yürüyor ve bir yandan da kitabını okumaya devam ediyordu. 'Kurtuluş gerekli bizlere. Kaos gerekli. Bir patlama. Her şey bir patlamayla başlar. Her şeyin başlangıcının habercisi olacak bir patlama gerek bizlere. 'Kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı ve aradığı sayfayı buldu. Okumaya devam etti, sanki hala 8 numarayla konuşuyormuş gibi okudu. 'Çoğu alışveriş merkezlerinde güvenlik sistemi sanılandan çok daha zayıfmış. Çünkü onlar aslında yönettikleri halka dolayısıyla kendilerine fazlasıyla güvenirlermiş. Çünkü onlara göre, egemen oldukları halk onlara zarar vermeyecek kadar uysalmış. Çünkü asıl yönetim şekilleri kurallarla değil, korkularlaymış'.
   Koridorda ağır adım yürüyor ve kitabını okumaya devam ediyordu. 'Alışveriş merkezlerine çakı sokmak yasakmış, ancak süper market reyonundan döner bıçağına kadar her türlü bıçağı satın alabilirmişsin. Üzerindeki bütün metaller dedektörlerle kontrol edilirmiş ama bir silahı veya patlayıcıyı çok rahat içeriye sokabilirmişsin. Başka bir cismin arasında veya içinde. Şemsiye örneğin veya bir hediye paketi. Ya da bir kitap. Kırmızı kapaklı, kalın bir kitap. 'Sayfayı çevirdi ve sonraki sayfaların içine gömülü antika tabancayı çıkardı. Başka cinayetler çağından. 1896 yapımı, Nagant marka bir Rus silahı. Kitabı gönderenin bir hediyesiydi. Silahı eline aldı ve kitaba odaklandı yine. Silahtan arda kalan sayfaları buldu ve okumaya devam etti. 'Her birimiz kendi kaosumuzu yaratmalıymışız. Kendimize borçluymuşuz bu görevi. Buna ihtiyacımız varmış. Ve bu kaos için en uygun zamanı bilmek gerekiyormuş'. Okumayı bıraktı ve konuştu, 'Benim en uygun zamanım şu an. 'Kitabı kapattı ve başını kaldırdı.Toplantı salonunun önündeydi. İçeride yönetim kurulu toplantısı yapılıyordu.
    Bir kapı, kendisi ve bir tekme. Kapı açıldı. Masanın başında oturan büyük patronla göz göze geldi. Alışveriş merkezinin en büyük hissedarıyla... Silahın namlusuyla aynı hizaya getirdi patronunu. Bir kaç gülünç çığlık sesi duydu. Kitabını okumaya devam etti. 'Hiç bir kural ya da hiç bir yasa kurtuluşa çare değil. Hiç kimse bizlerle değil. Ve şiddet. Eşitliğin tek çaresi biraz şiddet. Bize gösterilenden daha azı belki. Çok daha azı. Şiddet gerek bizlere. 'Bu kez iyice eşitledi patronuyla namlunun açısını ve düşündü, 'Belki de yanlış yapıyorumdur.' Silahın horozunu indirdi aşağıya. 'Belki de bir ailesi vardır.Belki de ölümü hak etmiyordur.' Bastı tetiğe. 'Belki de özgürlüğün daha masum bir yolu vardır.' Çekti elini tetikten.İlk patlama geldi. Yere yığıldı patronu. Oturduğu masa başı sandalyesi boştu artık. Sayfanın üzerindeki beyin parçalarını temizledi. Kitabındaki patronlarını gönderdi ve devam etti okumaya.
    'Her şey neden-sonuç ilişkisine bağlıdır. Ölüm de dahildir buna. Hiç bir ölüm sebepsiz değildir. Her ölüm bir amaç içindir.' Diğer patrona baktı ve 'Sizler iyi bir amaç uğruna öleceksiniz. Yaşamınızda olmasa da ölümünüzde kurtuluşa hizmet edeceksiniz.' dedi. Bastı tetiğe. İkinci patlama geldi. Bir anda üç adet güvenlik görevlisi ve üç adet silah sardı arkasını. Okumaya devam etti. 'Bu aşamada amatör bir kaç silahşörle karşı karşıya kalacaksın belki de. Belki hepsi de ilk kez silah tutuyor olacaklar. Belki de hepsi de ateş edemeyecek kadar masum olacak.' Arkasını döndü ve güvenlik görevlilerine baktı. Silahını tanımadığı bir başka patrona tuttu bu kez.
   Okumaya devam etti. 'Her şey bir patlamayla başlar ve arkasından diğerleri gelir. Her seferinde daha büyüğü...' Sayfaları karıştırdı ve aradığı sayfayı buldu. 'İlk patlamayı onlardan beklemelisin.Onların sisteminden...Tüm büyük binaların ısıtma sistemleri tek yerden yönetilir ve onları dengeleyen bir soğutma sistemleri vardır.Soğutma sistemleri son derece basit mekanizmaladır.Göstergelerle çalışır.Soğutmayı durdurmanın yöntemi soğutma yolunu engellemektir.Bağlantıyı kesmekle başlanılabilir.Sistem soğumaz ve yeterli ısıyı aştıktan sonra patlama gerçekleşir.' Konuştu 6 numara. Bir yemek kitabını okuyup, uygun tarife göre yemeğini hazırlayan bir aşçı edası vardı artık vücudunda. Sayfaları okuyor, söylenenleri yapıyor ve daha sonra bunu teyit ediyordu. 'Evet,ben bu işi yarım saat önce hallettim.' Isıtma sistemi patladı ve alev aldı. Dördüncü patlama gerçekleşti. Bu arada bir başka ortak beşinci patlamayı öğrenemeden yere yığıldı. Kalbinin iki santim altında, altılık bir mermiyle...
   Okumaya devam etti. 'Her patlama bir sonrakini ateşler.Son moda mimarilerde ortalama ikiyüz metreye bir kolon düşer ve her kolon eşit miktarda yük taşır.Birinin yıkımı bir diğerini etkiler.Ve yıkım için her birine bağlı bombalar gereklidir.Bombaların kurulumu için depo katı kullanılabilir.Hem yıkımı hızlandırmak hem de bombaların bulunma riskini azaltmak için...Bunun için potasyum klorüt,talaş tozu ve napalm kullanabilirsin.Bu şekilde ilkel bir dinamit yaratılabilir.Patlamanın etkisini arttırabilmek için nitrogliselin ve direk akımlı elektrik devreleri gereklidir.Yeterli miktarda kullanarak koca bir şehri bile havaya uçurabilirsin.' Bu tarifi de hazırlamıştı.Durdu ve konuştu. 'Dün gece alışveriş merkezinde nöbetçiydim ben, hanginizin haberi vardı bundan?' Hiç birinin haberi yoktu. İçinde bulundukları durumda kimin nöbete kaldığı, kimin kalmadığı umurlarında bile değildi. Alışveriş merkezinin nöbetini cehennem melekleri bile tutuyor olabilirdi. Bir önemi yoktu şu an için, onlar adına daha önemli bir konu vardı şimdilik, hayatta kalmak. Beşinci patlama gerçekleşti ve ilk kolon yıkıldı.
   Alışveriş merkezi boşaltılmaya başlandı. Her şey planlara uygun gerçekleşti. Bir kaç adet acil durum planları bulunmasına rağmen, hiç bir zaman acil bir durum beklemiyorlardı. 6 numara kitabı okumaya devam etti. 'Eğer bir yeri havaya uçuruyorsan dikkat etmen gereken şey o yerin içinde bulunmaman gerektiğidir. Çözüm başka birini ikna etmekdir ya da kurtuluş için ölümü göze almalısın.' Durdu ve düşündü. 'Benim ikna edebilecek kimsem yoktu.' Güvenlik görevlileri terk etti odayı. Kaçmaya çalışan bir yönetim kurulu üyesi sırtından aldığı mermiyle kapı önüne yığıldı. İkinci kolon yıkıldı.Bina sallanmaya başladı.
   Alışveriş merkezi tamamen boşaltıldı; Toplantı salonu dışında. Ardarda üçüncü ve dördüncü kolonlar yıkıldı. Ardarda ikinci ve üçüncü yönetim kurulu üyesi kapattı gözlerini. Daha sonra tüm kolonlar yıkıldı birbiri ardına. Son ve en büyük patlama da gerçekleşti. Kalan ortaklar, binalarının ve sistemlerinin altında kalarak öldüler. Kutsal kitabı, 6 numaranın önüne düştü ve son kez açtı kitabını. 'Önemli olan görmek istediğin değişimin bir parçası olabilmektir. Önemli olan ilk patlamayı gerçekleştirebilecek cesarete sahip olabilmektir. Artık azledildin. Her şey bitti. Artık tamamen özgürsün'. Kalan son gücüyle yarım kalan kapak yazısını okumaya çalıştı. 'Demokrasinin en büyük...'. Cümlesini tamamlayamadı. 6 numara güldü. 6 numara öldü.
   Yıkılan binanın dışında 8 numara koşuşan kalabalığı seyrediyordu. Cebinden en ucuzundan bir sigara paketi çıkardı. Yaktı birini. Ve düşündü içinden, 'Eğer bir yeri havaya uçurmak istiyorsan dikkat etmen gereken şey o yerin içinde bulunmaman gerektiğidir. Çözüm başka birini ikna etmektir.' Ve 6 numaranın tamamlayamadığı kapak yazısını fısıldadı dışından, 'Demokrasinin en büyük düşmanları hallerinden memnun olan kölelerdir.'

Kayra



Sherlock Holmes





Geleneksel polisiye roman, kesin biçimini 1887’de Beeton’s Christmas Annual’da yayımlanan Arthur Conan Doyle’un Kızıl Dosya adlı romanıyla başlayan ve uzun hikâyelerle devam eden, bütün zamanların en ünlü dedektifi Sherlock Holmes tiplemesiyle almıştır.

Arthur Conan Doyle’un asıl mesleği doktorluktur ve bir süre mesleğini sürdürmüştür. Edebi çalışmalarına da devam ettiği bu süre içerisinde Sherlock Holmes’u nasıl yarattığını şöyle anlatır;
“Edinburgh Tıp Fakültesi’ndeki eski hocam Joe Bel’in insanı hayrete düşürecek niteliklerini düşündüm. Bir dedektif olsaydı, herhalde, insanın kafasını karıştıran düzgün bilgiler içermeyen muammaları çözmeyi bilim haline getirebilirdi. Önemli olan bunu okurlara aktarabilmemdi. Okura birisinin çok akıllı olduğunu söylemem yetmeyebilirdi. Okura kahramanın zekiliği ile misaller göstermek istedim. Kahramanımın ismini önce Sherrington Holmes olarak düşündüm, sonradan Sherlock Holmes oldu. Kendi hikâyelerini kendisinin anlatması uygun olmadığından yanına bir yardımcı olarak da Watson yeterli olurdu. Böylece kuklalarım ortaya çıktı ve Kızıl Dosya’yı yazdım.”

Doyle’un anılarındaki Sherlock Holmes karakterini birazda yakından inceleyelim.
Sherlock Holmes evinde oturur. Müşteriler zili çalar ve evin kâhyası Mrs. Hudson tarafından içeri alınır. 17 basamak merdiven çıkıldıktan sonra zeki dedektifin çalışma odasına buyur edilir. Dedektif işlerini hep böyle almıştır.

Sherlock genel olarak sıradan bir İngiliz vatanseveri değildi ama devlet için çok önemli hizmetlerde de bulunmuştu. İngiliz hükümetinin gizli danışmanı ve beyni olarak çalışan kardeşi Mycroft’un yoğun isteği üzerine Bruce-Partington denizaltısının planlarını ele geçirerek büyük bir iş başarır ve bunun sonunda kraliçeden çok değerli bir hediye alır.

Holmes aslına bakıldığında doğaüstü akıl almayacak bir yeteneğe sahip değildir. Sokak çocuklarından bilgiler toplar. Somut olarak bulunan işaretleri okumayı çok iyi bilir. Yanından ayırmadığı büyüteciyle tozları, toprakları, daktilo edilmiş notları inceler en önemli özelliklerinden biri ise 140 tip tütün külünü birbirinden ayırabilmesidir.

Sherlock Holmes’un dönemine ışık tutan bir yapısı da vardır. 19. Yüzyıl sonlarında neredeyse her kral ve prensin başına gelen şantaj olaylarını işlemiş olduğu Bohemya’da Skandalda Holmes’u etkileyecek olan kadınla tanışacaktır. Evlilik hazırlığı yapan Bohemya(bugünkü Çek Cumhuriyeti) kralına eski ilişkilerini açıklamakla şantaj yapan opera şarkıcısı olan İrene Adler, Holmes’un hayatında karşılaştığı en akıllı kadındır. Kadınlara karşı hiçbir zaman güvenilmeyeceğini her defasında söyleyen Holmes’u hayatında yalnızca İrene Adler etkilemiştir.

Günümüzde kuraldışı olarak kabul edilen kokain bağımlılığına da değinmek gerekir; Kuraldışı olarak bilinen bu davranış zamanımıza özgü bir ahlak ve yasal düzenin görüşüdür. Çünkü onun çağında narkotik ürünlere bakış farklıydı. O dönemde eroin için “yan etkisi olmayan bir öksürük şurubu” olarak satılmaktaydı. Kokain, 1859 yılında Alman kimyacı Albert Niemann tarafından koka yapraklarından üretilmiş ve Avrupa’da popüler olmuştur. Bağımlıları arasında Kraliçe Victoria, Sigmund Freud ve Papa XIII. Leo gibi ünlü kişiler bulunmaktaydı.

Sherlock Holmes’a sorunlar çeşitli şekillerde gelir. O, dinler, soruşturur sonra olay yerine gider, olayı çözümler ve müşterisini haberdar ederek suçluyu yakalar. En sonunda dostu Doktor Watson’ı karşısına alır ve olayı nasıl çözdüğünü anlatır.

Holmes kimya, anatomi, kriminoloji, suçlu psikolojisi, zehir bilim ve jeoloji alanlarında ki engin bilgileri sayesinde almış olduğu işlerde başarılı olmuştur. Bunların yanı sıra edebiyat, felsefe ve politikadan da hiç anlamamaktadır. İyi keman çalar, iyi boks ve eskrim bilir ve kadınlara karşı ilgisi yoktur.
Bu denli büyük dedektif hikâyesine Dünya’dan da çok tepkiler gelmiş ve Sherlock Holmes bir savaşın içinde kalmış. Fransız yazar Maurice Leblanc’ın yarattığı zeki hırsız Arsene Lupin telif hakkı sebebiyle isim değişikliği yaptığı Herlock Sholmes’u alt etmeyi başarır ve Türk yazar Server Bedi(Peyami Safa) yazımıyla Cingöz Recai Sherlock Holmes’e karşı 15 hikâyenin hepsinde başarılı olmuştur.

Karakterin bu denli farklı bir kişi olması ve mesleği gereği aksiyon içerikli bir hayatının yanı sıra zekâsının kuvvetli oluşu halk tarafından ilgiyle karşılanmış kısa bir süre içerisinde Sherlock Holmes sayesinde iyi paralar kazanmaya başlamıştı. Sherlock Holmes’un ünü giderek artıyordu ve sonunda yazarını o kadar aştı ki Arthur Conan Doyle ondan kurtulmak istedi. Hatta Son Vaka adlı hikâyesinde onu düşmanıyla beraber uçurumdan yuvarlayıp öldürdü ama gelen baskılar sonunda pes etti ve tekrar yazmaya başladı. Artık Sherlock Holmes’tan kurtuluş olmadığını anlayınca onu kabullendi. Bütün Sherlock Holmes hikâyeleri dört roman, 56 uzun hikâyeden ibarettir ve hayranları bunu canon diye niteler. 


Kovadis

Monolog




Telefonu kapatıyorum.

Yeliz, tedirgin biçimde bana bakıyor. Kendimi daha rahat hissediyorum. Aksine sokak sakinleri, kendi rahatlarının kaçtığını belli eder bir tavırla, gözlerini açmış beni süzüyor. Pencerelerde beliriveren insanları fark ediyorum karşıdaki apartmanda. Restoranların terasından kafasını merakla sarkıtanlar, tiyatro sahnesine çıkmış bir oyuncuymuşum gibi hissettiriyor beni. Onların bakışına kayıtsız kalmaya çalışıyorum. Henüz sokağa yeni girdiğimizde, kafede oturan insanların yoğun sohbet ve kahkahalarıyla çıkardığı sesin, gecenin sakinliğiyle nasıl da zıtlık yarattığını düşünürken; sokağın sonunda, geceyi kendi doğal sükûnetine kavuşturan bir peri oluveriyorum adeta. Sadece, elimde sihir çubuğu yerine telefonum var şuan. Ve periliğe bürünmemi sağlayan tek şey,  saniyeler önce koca gürültüyü bıçak gibi kesen çığlığım…

***

Son zamanlardaki buhranlı günlerim canımdan bezdirdi beni. Üç ay önce abim vefat etti. Benim için abimin değeri ne kadar büyük bilseniz, beni çok iyi anlarsınız. Belki de anlayamazsınız; çünkü o, hiçbir abiye benzemezdi.

Abimin yasını tutmuş ve dünyanın geri kalanını, kafasını toprağa gömen bir deve kuşu kadar umursamaz olmuştum. Bu durum işimi kötü etkiledi. Şirket için yıllarca didinişim, bir aylık bocalamayla çöplüğü boyladı. Zaten öyledir, şirketler harçlık veren akrabalara benzemez. Vefadan uzak, anlayıştan yoksun, tinsel gerçeklikten bihaber; kar amacına kenetlenmiş birer mitolojik canavar gibidirler. İçimde asi bir ruh barındırıyorken, bahaneler sıralayıp anlayış beklemek bana göre değildi. Şikayetlerin sıklaşmasıyla birlikte bana kapıyı gösterdiler. Hay hay, o kapıyı her gün çalışma ihtirasıyla açan bendim. Nitekim yerini iyi biliyordum. Fakat durumum bununla da kalmadı ve bundan iki hafta sonra Tolga’yla aramız bozuldu. Hemfikir olmak zordur, bunu yapabiliyorduk; ama hemhal olmak daha da zordu. Benim solgun bir çiçeği andıran dökülüşüm, Tolga’nın hiç de hoşuna gitmiyor ve bunun patolojik bir durumu doğurmasından korkuyordu. Bense hüznümü yaşamaya soyunmuştum, kafamı başka bir olaya yoramayacak kadar bitkin hissediyordum kendimi. Yıllar önce okuduğum bir kitapta Albert Camus’un ’’Bir insan söyledikleriyle olduğu kadar, bir de söylemedikleriyle insandır,’’ sözü yer alıyordu. İçimde yaşayıp dilime ulaşamayan çok şey vardı belki benim de. Ve bu içe dönük yanım, Tolga için dayanılmaz bir hal almış olmalı ki, evlerimizi ayırmanın iyi olacağını söyleyip gitti. Ne yapmam gerekiyordu, üzülmek mi? Üzülemiyordum. Tolga’nın hep benim olduğunu düşünüyordum çünkü. Evimden gitse de, dönüp gelecekti bana. Peki abim? Geriye bıraktığı tek şey aklımdan çıkmayan küçüklüğümüzdü. Ve artık, asla eskisi gibi bana sahip çıkmaya çalışamayacaktı.

***

O sokaktan ayrılıp yavaşça yürüyoruz. Kafamda sürekli son üç ayın tekrarı dönüyor. Yakın çevremizle sıkça geldiğimiz bir balıkçıya oturuyoruz Yeliz’le. Yüzüme bakıyor, buraya gelinceye dek kafamı dağıtmak için çok uğraştı. Karnımız da guruldamaya başlamışken, yarım saat önceki olayın bahane olacağını söyleyip beni buraya getirdi. Hep böyleydi, anaç tavırlarıyla huzur salardı etrafa. Akşamüzeri eve geldiğinde beni yine dışarı çıkmaya ikna eden o oldu. Şimdiyse karşımda ve yine aynı merhamet kokan tavırla siparişimizi vermeye başlıyor. Konuşmama gerek yok, o derdin devasını bilen bir ebeveyn edasıyla davranıyor. Balığın yanına bir rakı açtırıyor. Bense çantamı ve makinemi kenara yerleştiriyorum. Daha önce heves edip amatörce başladığımız fotoğraf uğraşına, Yeliz’in ısrarı sonucu devam etmeye karar vermiş ve bugün makinemi de yanımda getirmiştim. Hatta son günlerde hiç olmadığım kadar keyifli çıkmıştım evden. Olsa olsa bundan dört beş saat kadar öncesiydi. Akşamüzeri marinaya inip deklanşöre basmakla vakit geçirdik. Hava karardıktan sonra şehir içine dönüp ayaküstü sohbetimizi sürdürdük. Birkaç gece çekimi yaptıktan sonra o sokağa girip yürümeye başlamıştık. Telefonum çaldı, arayan Tolga’ydı. On gündür hiç konuşmuyor oluşumuz, ekranda onun isminin belirişiyle birlikte, yoğun bir özlem duygusu hissettirdi bana. Halbuki telefonu açtığımda onun sesinde aynı duyguya dair hiçbir titreşim yoktu. En sonunda bana ayrılmak istediğini söylemesiyle son aylarda yaşadığım tüm olumsuzlukların ağırlığı belimi kırdı, gırtlağıma vurdu ve bilinçsizce bağırdım. Ağzımdan ne çıktı hiç bilmiyorum, sadece haykırdığımı ve çığlık attığımı hatırlıyorum. Atmosfer basıncı mı artmıştı, kan mı kaybediyordum;  söylediklerini dinlerken kafam ağırlaşmış, göğsümde gittikçe büyüyen bir sızıyla, birden patlamıştım. Nerede olduğumun bir önemi yoktu, çevredekilerin anlam aramaya çalışır bakışları benim anlamsızlaşmaya başlayan bedenimden geri sekiyordu. Bütün kaslarımın sonuna kadar kasıldığını hissederek bağırmış ve telefonu kapadıktan sonra rahatlamıştım. Ağlıyordum evet; ama alışmıştım belki de. ‘’Benim’’ dediklerimin gidişi, açılışını sert bir aparkatla yapmıştı ve Tolga'yla ayrılışımız, okkalı bir tokattan fazlasını hissettiremiyordu bedenimde.

Şimdi bu küçük balıkçıda, Yeliz’le ilerleyen dertleşmemiz sonucunda alkol yavaş yavaş kanıma karışıp, damarlarımda fink atmaya başlıyor. Biran, bu saatte kız başıma oturmuş demleniyor olmanın da, doğal bir gecenin siluetine aykırı olduğunu düşünüyorum. Yalnız, geceyi doğallığına büründüren saatler önceki periliğimden eser kalmadığını hissediyorum şuan. Bedenim git gide uyuşuyor; fakat ruhumun alarmını kurmuş bekliyorum. Zihnim, derinlikler arasında mahsur kalmış zavallı bir adam gibi küçük bir gün ışığına tutunuyor. Belki de Gülten Akın’ın söylediklerini hayatımda ilk kez gerçekleştiriyorum. Ve durup ince şeyleri anlamaya bırakıyorum kendimi.  Ne kadar ayıp etmişiz oysaki, ne çok çarçur etmişiz zamanı. Küçük şeyler için, minik zamanlar yaratmaktan aciz kalmışız. Kadehimden bir yudum alıp kendimi düşüncelere bırakıyorum. Siz de bırakın kendinizi, bir düşünün…

Örneğin,
Daha önce, fırından yeni çıkmış bir kekin kokusunu özlediğiniz oldu mu? Sahaftan aldığınız eski bir kitabı elinizde dağılıp kalmasın diye uğraşarak okumayı denediniz mi mesela? Yaşlı biriyle konuşmayı aramadınız mı hiç sıkıntılı anlarınızda? Yahut, küçük bir çocuğun ağzından yalan yanlış çıkan sözleri dinlemeyi istemediniz mi? Birisi tarafından korunmanın huzurunu ve birini koruma sorumluluğun verdiği cesareti hissedeli ne kadar oldu? Bir şiiri bağıra çağıra okumayı, hem de öyle birileri duysun diye değil; sırf o şiiri içinizde delice hissettiğiniz için okumayı hiç mi arzulamadınız?

Eğer bunları kendinize uzak görüyorsanız; yahut atıyorum, yanı başınıza bir serçe kondu diye bile sevinmeyi hiç becerememişseniz mesela, ruhunuz uyuyor sizin. Tıpkı benimki gibi… Uyuyan bir ruhla başa çıkması zordur, farkına varıyorum bunun. Yeliz’e bakıp kaldırıyorum son kadehimi. Aklım buğulanıyor, gözlerim doluyor. Yıllar önce yaptığımız gibi, abimle kaydırakta kaymayı özlüyorum. Çığlığımı bu sefer ruhuma yönelttim;

Ruhumu uyandırmaya çağırıyorum…

Mübaşir



Ayaklarım Uyuşmaya Başladı

                          
                               
      Ne zaman çekip gitmek isteseniz , koşa koşa yanınıza gelip “Gitme,” diyen birilerini beklersiniz aslında. Ne yalan söyleyeyim bende bekledim ama birilerini değil sadece birini bekledim. O da gelmeyince bu şehirde durmam için bir nedenim kalmadı.

   “Arkama bakmadan gittim dememi,” bekleyeceksin belki. Arkama çok baktım. Bana yetişsin diye yavaş yavaş yürüdüm. Kimse seslenmedi arkamdan .Sokaklar bomboştu. Umudumu kaybetmedim yinede. İstanbul’a “Hadi eyvallah” dediğim ana kadar sevdiğim kadını bekledim ama ne kokusunu aldım giderken, ne de sesini duydum. Bir tek hüsn-ü cemali kaldı aklımda. Şimdi sana bu kalabalık şehrin içinde kadınımı nasıl bulduğumu, tanıdığımı anlatacağım.

   Tıpkı “şarabın bulunuşu” gibi buldum onu. Nasıl yani diyeceksin ? Önce şarabın bulunuşunu sonra onu nasıl bulduğumu anlatayım. Şarabın bulunuşuyla ilgili birçok rivayet vardır. Cem ve Dionisos ile ilgili olanlarsa en çok aklımda kalanlar... Yalnız Cem ile ilgili olan rivayet zihnimin bir köşesinde sürekli durur. Tanıdık gelir o hikaye. Benim sevdiğimi keşfim, Cem’in şarabı keşfetmesi gibiydi. Anlatayım.

    Cem’in sarayında, acı üzüm suyu zehir zannedilirmiş. Birgün saraylı bir kadın çektiği baş ağrılarına dayanamayıp, kendini öldürmek için güneşin altında duran üzüm suyunu içmiş. Şarabı içtikten sonra ne baş ağrısı kalmış ne de sıkıntısı. Bir hafiflik ve keyif gelmiş ruhuna. Durumu öğrenen Cem üzüm suyunu eksik etmemiş sarayında ve daha sonra üzüm suyunun ünü diyar diyar dolaşmaya başlamış. Cem’in hikayesini kısa tutup kendi hikayeme geleyim.

    Annem öldükten sekiz ay sonra da babam öldü. Babam, annemin hastalığının en kötü dönemlerinde “Annene bir şey olacağına bana olsun. O ölürse bana bakan olmaz ama ben ölürsem o kendi kendine bakar,” derdi. Kas erimesi diyorlardı annemin hastalığına. Allah düşmanımın başına vermesin dediklerinden… Peki babam?  “Aşk uzaktaysa adı aşk değil, dert olur,” derdi babam. Annem bu dünyadan göçtükten sonra o da bu derde dayanamadı. Kalp krizi geçirdi. Şimdi yan yanalar , belki de el ele…

   Ölüm ve ayrılık yokluğun en yüce halidir. Her ikisi de “dert sahibi” eder insanı.  Büyük ozanları okuyunca anlıyor insan, ayrılık ile ölümün birbirinden hiçte uzakta olmadığını. “Özlemek, ölmekten iki harf fazla be çocuk,” diyor Cemal Süreya. Ben yine de direndim. Hem ölüme hem de ayrılığa alışmaya çalıştım. Kendi kendime konuşur ve “Alıştın artık oğlum,” derdim. Sabahları çayımı tek başına içmeye alıştım. Ayrılığın acısı hafifliyor zannettim. Yatağa giderken “Allah rahatlık versin,” diyecek kimselerin olmamasına da alıştım. Ölümün boşluğunu da doldurduğumu zannettim. Acıyı güneş unutturuyor sabahları ama ay her şeyi darmadağın ediyor akşamları. Onun için inanmayın siz bana. Yok böyle bir şey. Alışamıyorsunuz. Çayla falan olacak şeyler değil bunlar. İnsan kokuya alışmıştır kokuya… O da hep burnumda. Annem ve babamdan başka kimsem yok derdim. Şimdi onlarda yok. Yok yokun içine karışmış gidiyor anlayacağın.

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiydim. Annem ve babam öleli hayli zaman olmuştu ama geceleri ay yapmadığını bırakmıyordu bana. Usanmıştım. Kendime bir zehir arıyordum. Nasıl bir zehir peki ?

    Elbette gidenlerin yerini dolduracak bir zehir vardı. Buralarda bir yerlerde olmalıydı. “Bulunca ne olacak?” diye soruyorsun. Zehir etkisini gösterecek. Ayaklarım uyuşmaya başlayacak. Sonra kollarım tutmayacak. Dilim uyuşacak. Gözlerim kör olacak. Zihnim benden gidecek. Sonra da bedenim terk edecek ruhumu. Vücudumun bu zehre ihtiyacı vardı.

    Salı günüydü. Beyazıt Meydanı’nda betonların arasında yükselen ağacın altındaki bankta oturuyordum. Kafamı kaldırmıyordum.  Birileri ile yüz yüze gelmek ve selam vermek istemiyordum.  Bilge Karasu okuyordum. Yanıma birisi oturdu. Dönüp bakmadım ama saçlarının kokusu burnuma geldiğinde kafamı bir an için de olsa kaldırmak istedim. Sanırım zehrin kokusuydu bu. Kaldırdım kafamı ve sadece bir iki saniye baktım yüzüne. Gülümsedi. Tekrar indirdim başımı ve kitabıma devam ettim. Aradan beş dakika geçti ve söylenmeye başladı  kendi kendine. “Nerede kaldı bu?” dedi. Sanırım arkadaşının okuldan çıkmasını bekliyordu belki de sevgilisini… Kafam artık kitapta değildi. Banktan kalkıp kalmamak arasındaydım ki bir anda konuşmaya başladı:

       - “Pardon bir şey sorabilir miyim acaba?” dedi.

       - “ Tabiki de buyrun,” dedim.

       - “Kitabınıza bakabilir miyim ? Çok severim Bilge Karasu’yu,” dedi.

       Kitabı uzattım. “Acaba benimle konuşmak için bahane mi arıyor ?” diye sordum kendi kendime. Belki de Bilge Karasu’nun bu kitabını sahaflarda bulamamıştır diye düşündüm. Sohbeti edebiyattan açınca sevdiğimiz yazarları ve şairleri söylemeye başladık birbirimize. Şiirden bahsettik. Edip Cansevir’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinin ikimizin de en sevdiği şiir olduğuna karar verdik.  Aylardır  kimseyle bu kadar uzun konuşmamıştım. Hele edebiyattan hiç konuşmamıştım. Kitapların adları arasında kaybolduğumuz bir anda:

-   “Nerede kaldı bu kızlar?” demeye başladı.

-  “Gelirler. Acele etme,” dedim.

 Demez olaydım. Kadınımın ilk ve en önemli özelliğini öğrendim. Aceleci olmalıydı. Devam etti:

     - “ Ben gidiyorum fakültenin önüne. Bu arada memnun oldum tanıştığıma,” dedi.

     - “ Bende memnun oldum ama adınız neydi ?” diye sordum. “Pınar adım. Müsait olduğunuz bir günde edebiyat sohbetimize devam ederiz. Şimdi gitmem lazım. Notları arkadaşıma vereceğim” dedi gülümseyerek. Arkasını döndü ve telefonunu kulağına tutarak gitti. Bu en güzel gidişiydi.

    İşte zehrin vücuda ilk teması böyle oldu.


   1.Bölümün Sonu

   Çivi Kemal









Raylar Ardı






Keşke bir tren olsaydım da
Toplasaydım sevdiklerimi vagon vagon
Her istasyonda bir sevdiğimi karşılasaydım.
Eklenseydi vagonların hep yenisi
Hiç bitmeseydi sonsuz olsaydı bu yolculuk.
Raylar, gelip geçireceğim güzel yıllarım,
Kömürlerim, acılarım olsaydı.
Olsaydı da...
Gelip geçerken o yıllardan yıllara
Küllerim, hep raylarıma takılı kalsaydı.

                          
   Betül Uluçay

 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı