Bugün, diğerlerinden farkı anlaşılmayacak derecede sıradan
bir gün. Yine kalorifer peteğinin yanına uzanmış, bir uyuyup bir uyanıyorum.
Dışarısı ayaz, tipi, soğuk… En azından, sabah pencereden dışarıyı
gözetlediğimde, meteoroloji tanrıları o izlenimi yarattı bende. Rengini çok
sevdiğim, ama sürekli abur cubur doldurarak zamanla kirlettiğim bordo koltuğun
üzerine çıkıp, pencereden dışarıyı izlemeye bayılıyorum. Yazlarıysa ne
kalorifer yanında uyuma ne de pencereden etrafı gözetleme keyfi kalıyor bende. Sanmayın
ki üzülüyorum, benim asıl mevsimim yazdır. Yazın, günü sabah-akşam evin
bahçesinde geçiririm. Koklaya koklaya, santim santim dolaştığım avlunun her
bucağını iyi bilirim. Toprağa emanet ettiğim çok şeyim var. Severim toprağı, çok
yaman ama bir o kadar da itimatlıdır. Gözüm kapalı veririm her şeyimi, zamanı
geldiğindeyse geri alırım sapa sağlam.
‘’Badem, oğlum nerdesin? Koş oğlum! Badem, Badem?’’
İşte içime huzur katan o ses! Harun işten döndüğüne göre,
yine uyuya uyuya akşam ettiğimin farkına varıyorum. Koşuyorum kapıya doğru,
kuyruğumu olabildiğince hızlı sallıyorum. Eğilerek boylarımızı eşitliyor,
kafamı okşuyor, badem rengi tüylerimde gezdiriyor ellerini… Bayılıyorum bu
oğlana, beni hiç ihmal etmiyor. Geçen sene eve kafes içinde kuş getirdiğinde fena
kızmıştım; ama yüreğinde nasıl bir sevgi varsa benden eksiltmeden Maviş’e
arttırmasını başardı. Sonradan anladım ki iş arkadaşının yurt dışı gezisine
çıktığı dönem için, bakmasını rica ettiği kuşmuş Maviş. Ona da gözü gibi
bakmış, hırladığım zamanlar aramızı yapmıştı.
Odaya girer girmez mamamı alıp dolduruyor kabıma. Bana sorsa
bu tadı belirsiz gevrek işlerinden çoktan bıktım. Bir keresinde mutfağa girip
kendisinin hazırladığı bir mama vardı ki sormayın; pirinç lapasıdır, tavuk
suyudur, sebze haşlamasıdır hepsini karıştırıp bulamaç halinde önüme sunmuştu.
Eğer bir gurme olsaydım çok başarılı olduğunu söylerdim ona; fakat ne bir
gurmeyim, ne de konuşabilme yeteneğim var. O günden sonra bu gevrek
bozuntularını daha bir sevmedim. Fakat yine de onu anlıyorum, işleri yoğun ve
pratik olması şart. Dergiye hazırlayacağı yazı için geceyi sabah ettiği ve çoğu
sabah erkenden çıktığı araştırma dolu günler hiç de az değil. En iyisi daha
fazla huysuzlanmamalı ve önümdekini güzelce yemeliyim. Ne de olsa derin bir
sadakat nehri var içimde ona doğru akan. Gereksiz serzenişlere girmemeli ve böyle
bir durum için onu kötülememeliyim diyorum. Hiç unutmam, bir gün eve gelen
arkadaşı, William Ralph Inge adında birinin ‘’Eğer hayvanların dini olsaydı,
hiç şüphesiz şeytanı insan şeklinde hayal ederlerdi,’’ dediğini söylemişti
Harun’a. O adam her kimse katılmadığımı belirttim gözlerine bakarak. Anlamış
olmalı ki arkadaşına dönüp ‘’Badem benim dostum, dostlar birbirine
baktıklarında şeytan nedir bilmez,’’ demişti. Sözün etkisi kuyruğuma vurmuş
olmalı ki, kontrolsüz hareket eden kuyruğum pervane olup beni uçuracak
sanmıştım.
Bilgisayarını alıp yüzüme bakıyor ‘’Badem bey, işin sırrını bir
Murat Menteş kelamında buldum: Soru, muhatabı şoke etmeli; cevapsa soruyu yok
etmelidir,’’ diyor gözlerini açıp. Acaba tüm yazarlar mı deli diye
düşünüyorum. Anlamadığım işler bunlar.
Bir şeyler karalayıp onla mutlu oluyor, onla kederleniyor; hatta tam tersini
düşündüğümüzde, mutluluk ve kederlerinde bir şeyler karalamayı çok iyi
beceriyorlardı bana göre. ‘’Önemli olan insan ruhunu kağıda dökebilmektir,’’
diyor içimden geçenleri sezmişçesine. ‘’Yazar dediğin önce psikanalist olacak,
insan halinden anlayacak!’’. Ben insanı çok iyi tanıyorum diyorum. 14 bin
yıldır evcil yaşayan türümün, genetiğimde bıraktığı bir yeti midir bilmiyorum.
Ama seni çok iyi tanıyorum, türünüzü patimin içi gibi biliyorum diyorum ona.
Düşüncelerinizin bile kokusunu alıyorum. Gün geldi Yunan mitolojisindeki
Kerberos olduk Hades’in kapısında bekleyen; gün geldi korkuların ve felaketin
Tanrısı Seth olduk Mısır’da. Bazen ava çıktık beraber, üzerinize gelen yabani
hayvan sürüsünün içinizde yarattığı karanlık korkuyu hissettik; bazen de süs
köpeği olup yaşlı kadınlara sahte şirinlikler kattık. Eğer mesele insan ruhunu
çözebilmekse verin bana kağıdı kalemi, sizi size anlatayım diyorum uluyarak. O
anda kapı çalıyor. Gelen İrem, dergiden; Harun’un bu eve getirdiği kızların
içinde kokusu en güzel olanı. Hemen sırnaşıp tatlılıklar yapmaya koyuluyorum
yanına gidip. Beni özlemiş, koca kafamı iki avcuna sığdırıp yüzünü belli
belirsiz şekle sokuyor beni severken. Oturup gün içinde neler yaptıklarını
birbirlerine anlattıktan sonra ayrı odaya geçiyorlar, gidip kıvrılıyorum yine
peteğin yanına. Uyandığımda bizim aşık ne
yaptı diye meraklanıyorum. Usulca koridorda ilerlerken Jane Birkin ile Serge
Gainsbourg’un birlikte seslendirdiği ‘’Je T’aime’’ şarkısını duyuyorum.
Anlıyorum ki bizimkilerin nefesi birbirlerinin bedeninde yankılanıyor. Çünkü
Harun’un romantizm şarkısıdır bu, çok iyi biliyorum. Aşk yuvalarında
şehvetleriyle baş başa bırakıyorum kumruları ve gecenin sessizliğini
duyabileceğim bir yer arıyorum evin içinde.
Sabah olduğunda ikisini de hiçbir odada bulamıyorum. Gidip
bordo koltuğun tepesinden dışarıya bakıyorum. Gece kar yağmış. Yollar,
üzerinden geçen insanların ayakkabı numaralarını ele veriyor. Dönüp tekrar evin
içini turladığımda Harun’un masada bıraktığı kitapları görüyorum. ‘’İyi Bir Yazar Nasıl Olunur?’’ yazıyor birinde, diğerinde ‘’Okuru Etkilemenin 100 Yolu’’. Belli belirsiz boşlukta görüyorum onu bu kitaplara bakarken.
Düşünüyorum, daha iyi bir sahibim olamazdı bu dünyada. Eğer biz hayvanlar için
bir din olsaydı, Harun’u melek olarak hayal ederdim diyorum kendi kendime. Ama
gönül verdiği bu yazarlık yolunda boş işlerle uğraştığını hissediyorum. Eğer bu
eve gelip giden onca kişiden duyup sorguladığım küçücük bir şey varsa ve
insanları az buçuk tanıyorsam, iyi bir yazar olmanın başka bir yazarın
kurallarından geçemeyeceğini savunuyorum. Onun için bir şeyler yapma
sorumluluğu biniyor küçük omuzlarıma. Salona doğru ilerlerken karar veriyorum.
Beni anlar mı bilmiyorum; ama akşam olup o kapıdan içeriye girdiğinde aradığı
nasihatı ona ben vereceğim: ‘’Eğer iyi bir yazar olmak istiyorsan, insanları bir
köpekten daha iyi tanımalısın.’’
Mübaşir
Mübaşir