Yalnızlığın dayanılmaz ağırlığını
hissettiğim zamanların çoğunda, bana her zaman bir dost olarak görünmüş, beni
değişik dünyasına sürükleyen, oraya hapsolmaktan zevk duyduğum kitaplığıma
yönelirim. Beni yer yer çağlar öncesine taşıyan, engin denizleri görmemi
sağlayan, bir hüznü veya bir aşkı tattıran kitaplığıma konuk olduğum
zamanlarda, içeriye dolup taşan saman kağıdı kokusunu ciğerlerime kadar çeker,
kim bilir kaçıncı okuyucusu olduğum sayfaların içinde kaybolur, yine kendimi o
sayfalarda bulurum. Bu arayış bende içten içe saf bir tutunma arzusu uyandırır,
yeni yerler görmek için uykumdan feragat etme fedakarlığı doğurur. Gezinir
dururum bu kitaplıkta. Gözlerimi kapatırcasına, parmak uçlarımın hissedeceği
şekilde, ellerimi gezdiririm eski cilt karton kapaklarda. Dokunurken
hissettiğim her pürüz, bana o kitabı okurken yaşadığım zamanı ve şeyleri
hatırlatır. Şeylerin arayışına düşerim sonra. Şeydeki engin mutluluğun izine
düşerim. Kitabın bana yaşattığı duyguları, okurken ki yaşadığım olaylarla
birleştirir, kitapla, hiç kimsenin bilmediği bir bağ kurarım. Onu saklar, korur
ve kollarım dış dünyadan. Büyütüp beslediğim dünya, bana öyle verimli ürünler
armağan eder ki, bunu hiç kimseye söylemeden yazar dururum. Aynı saman
kokusunu, kütüphanelere girdiğimizde burnumuza hitap eden o aynı kokuyu,
yazılarımı yazmak için yıpratırcasına kullandığım o kokuyu benim gibi herkesin
duyduğunu fakat bana bir şeyler yazdırdığı gibi herkese aynı şekilde yardımcı
olmadığını bilir, bu defa kokuyla aramda yeni bir bağ, bir dostluk kurarım.
Yine kimsenin haberi olmaz bu arkadaşlıktan.
Ama
bazen koku da anlamını yitirir, pürüzler de beni yalnız bırakır. Çünkü onların
yerini baskı kokusu ve jelatinler almıştır. Sonra yazılarım yalnız kalır. İşte
burada çağlar öncesinden kalma şahsiyetler yardımıma koşar. Bana biricikliğimi
hissettiren Dostoyevski gelir sonra. Yazdıklarıyla konuşur benimle adeta.
Satırlarının arasında kaybolurken, gecenin gerçekten de beyaz olup
olamayacağını düşünür, dostuma sorular yöneltirim. Aşık olunabileceğini öğretir
bana sonra. “Beyaz Geceler” i eski yerine koyup iyilik ve kötülüğün iç
içeliğinden ötürü başına neler geldiğini anlatır bana. Anlarım ki “Suç Ve
Ceza”dayım. “Benden bu kadar” der ve gider, yaşadığı döneme, henüz çoğu şeyin
kirlenmediğini düşündüğü döneme. Elbette bu dönem ile kendi dönemi arasında
kıyas yapınca, dönmek istiyor kendi dünyasına. Tıkandığımı hissettiğim bir
başka zamanda Tolstoy gelir sonra. Elinde savaşacak ve sonrasında barışacak bir
kitap vardır. Bana hediye edeceğini düşünürüm, fakat sadece ödünç verir, okumam
için. O kitap, onundur ve başkasının olmayacak. Bu gerçeği yumuşak bir tokat
gibi yanağıma vurur yalnızca. Diğer silahını çıkarır sonra: Anna Karenina
Tolstoy
da uykumla beraber gider sonra. Kim bilir başka hangi kitaplıkları
aydınlatmaya. Ağlamak istiyorsam Dumas’ı çağırırım, gülmek istiyorsam “Robin
Hood”u okuması için Howard Pyle’yi davet ederim kitaplığıma. Anlatırlar bana
Marguerite’nin acılı aşk öyküsünü ya da Sherwood Ormanları’nda gezinen iyilik
timsali kahraman haydudun maceralarını.
Sonra
bütün misafirler gider, ben bana bahşedilen yeteneğimi bilemişimdir yıllar
öncesinde yaşayan dostlarımla. Pekiştirmişimdir yine yalnızlığımı. Bilirim ki
onlar da bu dayanılmaz ağırlığı hissetmişlerdir, sonra da yazıya sarılmışlardır.
Edebiyat
yaşamdan intikam almanın ötesinde yeni bir yaşam yaratma arayışında olmaktır.
Bir kitabın yeni bir dünya olduğunu anlamak, o dünyayı keşif, arkasındaki anlam
ve eserleriyle özdeş kurduğumuz duayenleri anlamak, birgün size çıkıp da “Onlar
gibi yazabiliyor musunuz?” diye sizi yolunuzdan çeviren insanların sorularına
“Onlar kadar yazabilmek istiyorum” cevabını vermek edebiyatla olan ilk imtihanı
geçmiş olmanızı, o yazarlara haset yerine minnet duymanızı sağlar.
Mesut Güney Yılmaz