Mutlu Çay Ocağı


Sigaranın izmarite dönüştüğü, o son nefesi içime çekip bıraktığım an, bir kez daha hüzne savrulmuş buluyorum kendimi. Daha dakikalar önce dudaklarımdan busesini eksik etmeyen bir varlığı yakıp kül etmek, ardından eğip bükerek çöplüğe yollamak, ona haksızlık ettiğimi düşündürüyor eylemimin ardından. Bir insan sigarasını özler mi, özlüyorum; üstelik daha az önce çöplüğün derinliklerine yolladığım tütün güzelini…
Düşünüyorum…
Kavuşma arzusu bu denli ağır basıyorsa içimde ve ulaştığımı sandığım anda yorgan altı terli buluyorsam kendimi bir gece vakti; anlıyorum ki kavuşma senaryolarını kurmak omuriliğimin işlevi haline gelecek ve ben o meçhul sahnenin mendil ıslatan hayalini kuruyor olacağım daima. İnsanlara yönelik tecrübelerim senin için de geçerliliğini sürdürüyor. Bu yüzden, iki parmağımın arasına konup, tekrar dudaklarıma alıncaya dek seni de bekleyeceğim. Yeni bir ayrılık vakti daha; hoşça kal ateş böceğim!
Yavaş adımlarla yürüyorum. Derin nefes alıp verişlerim duygularımın refleksi olmuş, hava ciğerlerime vuruyor. Aslına bakarsak vedalar daima hüzünlüdür ama asıl veda hüzünlere yönelik olmalıdır. Başıboş on-on beş adımdan sonra bu paradoksal düşüncelerle çekişiyor zihnim ve ben, yürümeye devam ediyorum. Bacaklarım beni nereye götürecek diye düşünürken Mutlu Çay Ocağı tabelasını karşımda buluyorum. Bu tabela eski dostumu hatırlatıyor: Jöntürk Osman… Onun o acı çaylarını özlemek, hayatımda şaşırmaya layık hiçbir şeyin olmayacağını hatırlatır nitelikte bir alışkanlıktır benim için. Özlemek alışkanlık olur mu diye sormayın, hasretin o sabit frekanslı titreşimi yağmur damlasına dönüşüp yüreğinizi dalgalandırır, anlamazsınız. Genişleyiverir noktadan bozma çemberler ve gidip bir kıyıda son bulur. Yağmurun devamlılığı kıyıdaki karınca yuvasını doldurup boşaltan küçük dalgalar üretir sonra. Ve karınca nesli için yağmur vaktinde ölmek, acı bir alışkanlık olmaktan ileriye geçemez. Acıdan bahsetmişken, haksızlık etmeyeyim.  Bazen hayatı betimlediğini düşündüğüm, malum osilatördeki yeşil inişli çıkışlı nabız grafiğini ele aldığımızda, bizim Osman’ın çayları o grafik boyunca yaşanan acıların en lezzetlisidir.
Ah be Jöntürk Osman, ne uzun zaman oldu çayını tatmayalı? Mahalledekiler, Fransa’daki halanların getirdiği ‘’Kepi’’yi takıp durmasaydın, o zamanlar şarkıları herkesin dilinde dolaşan ‘’Jöntürk’’ü, biraz da akıllarında kalmış küflü paslı tarih bilgileriyle karıştırıp koyarlar mıydı adının önüne? Çaycı Osman olurdun düpedüz, çaycı Osman Mutlu…
‘’Ooo Erdal! Nerelerden çıktın böyle koçum?’’ deyip bırakıyor elindeki tepsisini Osman. Kollarını açmış bana doğru adımlıyor, kulağındaki sarı renkli mavi tükenmez kalemi halinden memnun ve bana yerini yıllardır değiştirmemiş izlenimini veriyor.
‘’Çayını özledim, geleyim dedim.’’
‘’Ne yalan söyleyeyim, İsveç’ten gelmek için iyi bir bahane bulmuşsun.’’
Beni sobanın yanına alıyor, hemen çayımı da getirip oturuyor o da masaya. Sohbet etmeye başlıyoruz, 23 sene olmuş ben buradan ayrılalı. Birbirimize anlatacak çok şeyimizin olduğunu fark ediyorum. Artık onun da saçı başı ağarmış. Yoksa onu da mı suçlu buldular, yaptığı çayın insanların düşüncelerini değiştirecek kimyasal etkisini mi keşfettiler? Aşağı yukarı aynı yaşta olmamıza rağmen, ben kendi kır saçımla mutluyum artık; fakat böyle garip suçlamaların da ülkemde gerçekleşmeyeceğine dair hala garanti veremiyorum.
Zihnimdeki düşüncelerle tezatlık oluştururcasına eşten dosttan konuşuyoruz, ona eski tanıdıkları soruyorum. Mahalle sohbetinin tatlılığı beni yıllar öncesine götürüyor ve anlıyorum ki eski ilişkiler turşuyu andırıyor. Turşu kabının dışındaki hayat geçip gidiyor öylece.  Ve kap, belki arka balkonda tozlanıyor belki en şatafatlı alış veriş merkezinin raflarında pinekliyor. Fakat içindekiler hala aynı; dış ortamdan ve zamandan bağımsız…
‘’Onca sene ülke dışında yaşamak zorunda kaldın, şimdi buralarda ne yapmayı düşünüyorsun be kardeşim?’’
 Doğru söylüyordu, ne yapacaktım ben artık buralarda? Açıkçası bunu ben de henüz bilmiyorum.
‘’Nam-ı diğer Jöntürk Osman! Zamanında Ham adında bir şempanzeyi uzaya yolladılar bilir misin bunu?’’
‘’Allah’ın maymununun ne işi var uzayda, dertleri neymiş hele?’’
‘’Amaçları insan metabolizmasına en çok benzeyen canlı türünün bir üyesini uzaya yollayarak, insanların da uzayda yaşayıp yaşamayacağını görmekti. Her neyse, söz gelimi bu şempanzeyi Mercury adlı bir kapsüle koydular ve yolladılar karanlığın derinliklerine.’’
‘’Vay vicdansızlar, hayvandır ama o da candır be! Resmen ölüme yollamışlar hayvancağızı.’’
‘’Yok Osman ölmedi o hayvan. Senden benden daha özgür hissetti kendini, dolaştı uzay boşluğunda. Dünyayı dışarıdan gördü ve yeryüzüne tek parça halinde inmeyi başardı. Ardından ne oldu biliyor musun? Uzay seyahatine çıkmadan evvelki yerine, yani o eski hayvanat bahçesindeki parmaklıklar ardına geri döndü. ’’
‘’İyi güzel de Allah aşkına nerden çıkardın şimdi maymunu, konuşuyorduk dertleşiyorduk.’’
‘’Benim derdim de bu işte, şimdi o şempanze gibi hissediyorum kendimi.’’
Cidden öyleydi. Gerçekler beni bir şempanzeymişim gibi hissettirecek düzeye ulaşmıştı. Yıllar önce yazılarımın yasaklanması ve benim artık bir vatan hainiymiş gibi atfedilmem yurt dışına kaçmamı gerektirdi. Ardımda özgürlüğüyle düşlediğim vatanımı bırakıyor olmak güç geliyordu bana; hatta yenik bir savaşçıymışım gibi hissettiriyordu. Fakat olayı içselleştirdiğimde sevdiklerimden uzakta kalmanın insani hüznü ağır basıyor, sancısı gözlerime vurup damla damla yere düşüyordu. Dünya milletlerindeki çoğu totaliter rejim mağdurlarının yaptığı gibi çareyi İskandinavya’ya, İsveç’e gitmekte bulmuştum. Orada kültür, fikir ve duygu bazında alış veriş yapıp derdimi paylaşabileceğim birçok insan tanıdım ve sürekli yazdım. Sanırım mağarada şekil çizmeye başlayan ilk insan da benim gibi hissediyordu; eminim ki dünyaya attığı her çiziğin verdiği o dayanılmaz hazzını damarlarında duyuyordu…
***
Geceyi Mutlu hanesinde, Mutlu ailesiyle geçirdim. Soy isimleri mi ruh hallerine yansıyordu yoksa ruh halleri böyle olduğu için mi soy isimleri ‘’Mutlu’’ydu bilmiyorum; ama aradan geçen yılların evin havasını değiştirmemiş olduğunu net biçimde görüyorum.  Bir çay ocağıyla teknesinden ekmek çıkarmayı başaran bizim Jöntürk’ün edebiyat aşığı bir kızı var, Irmak. Odasından onlarca kitap getiriyor bana. Konuşmak tartışmak istiyor. Onda gençliğin verdiği heyecanı ve harareti görüyorum. Yıllar önce sahip olduğum, kitaplardan öğrendiğimi bir an önce herkesle paylaşma telaşı onu da kasıp kavuran bir özellik. Osman’ın çayları, Irmak’ın edebiyatıyla birleşip harman haline gelmiş ve eve daha bir huzur katmış. Çayımızı içerken aklımdaki düşünceleri okurcasına; edebiyatımızda, içinde çay geçen onlarca şiir olduğundan bahsediyor Irmak. Orhan Veli’sinden Faruk Nafız’ına, Ahmet Selçuk İlhan’ından Sunay Akın’ına birçok edebiyatçının, çayı şiirlerinde barındırdığını söylüyor. O esnada bizim Osman, Sunay Akın’ın şiirini gözleriyle mırıldanıyor eşine:
‘’Çay bardağında
  Bırakılan dudak payı
  Kadar bile,
  Uzak kalamam gözlerine…’’
Uzun sohbetlerin ardından kalkmam gerektiğini hissediyorum. Yıllar sonra ülkeme geldiğim gece Mutlu Çay Ocağını bulmak ve ardından bizim Jöntürk Osman’ın evinde kalmak, uzun zamandır tatmadığım çocuksu bir mutluluk katıyor bana. Ben İsveç’e gittikten sonra işleri bozulan rahmetli babam, aileyi toplayıp dedemin köyüne geri taşındıklarını yazdığından, çantamı alıp otogara gitmek üzere çıkıyorum kapıdan. Irmak yüzüme bakıyor. Yakın zamanda tekrar geleceğimi söylüyorum ona, gülümsemeye başlıyor. Ben dönünceye kadar okuması gereken yazarları sayarak ödevlendiriyorum onu. ‘’Louis Borges, Yaşar Kemal, Franz Kafka…’’  Tekrar geleceğime daha bir inanıyor böylece, el sallıyor. Nasıl ayrılacağımı bilemeden yürümeye başlıyorum. Sağ kolum kopacak gibi oluyor. Soluma alıyorum çantayı. Yürümeye devam ediyorum. Ah küçüğüm… Nasıl da aç minik beyni öğrenmeye. Öğrendiklerini sorgulamayı başarıp tartışmaya nasıl da hevesli. Daha bir günlük dostumla belli belirsiz gurur duyuyorum. Peki ya Jöntürk’e ne demeli? Ben yalnız başıma oradan oraya savrulurken, o bir aile kurmuş. Pırıl pırıl bir çocuk yetiştirmiş. İster istemez kendimle kıyaslıyorum Osman’ı. Yıllar önceki haylazlıklarımız geliyor gözümün önüne. Fark ediyorum ki ben, eski bir pikapa koyulmuş plak gibi aynı şarkıların etrafında dönerek geçmişte yaşıyorken; o, yeni demlenmiş bir çay kadar taze kalabiliyor zaman içinde.
Yoğun düşünceler eşliğinde otogara gelmiş olduğumu fark ediyorum. Biletimi kestirip çantamı yükledikten sonra bir sigara yakıyorum. Cilveli hareketlerle göğe yükseliyor sigaramın dumanı. Yavaşça öpüyorum onu dudaklarından. İçimde hissediyorum ateşini. Muavvin, otobüsün kalkış saatinin geldiğini söylüyor bağırarak. Yarıda kalıyor işveli sigaramla keyifli sohbetim. Yüreğime hüzün çöküyor yine. Osman’ı ve mutlu ailesini düşünüyorum, İsveç’e giderken de böyle hissetmiştim. İsveçli dostlarımdan ayrılırken de vardı aynı hüzün. Yaşlı annemin yanına gidiyor olmanın sevincine belki de köyün girişinde erişeceğim. Ruhum, anın hüznüne kapılmayı alışkanlık haline getirmiş ve don tutmuş bir ceket kadar ağırlaşmış üstümde. Yüzümün düşmesini etrafa çaktırmayacak şekilde otobüse biniyorum ve kendi kendime kabulleniyorum gerçeğimi; ben, vedaları beceremeyen bir ayrılık adamıyım…


Mübaşir

 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı