YAZAR KAFASI

                                                                  


Uyandığında vakit gece yarısını çoktan bulmuştu. Bilgisayar ekranı filmin bittiğini gösteren turuncu renkle kaplanmıştı. Oysa bu sabah kalktığında kendine söz vermişti, gün boyu kendini yoracak, gece 11 civarı yatağa girecek, çok yorgun olduğu için hemen uykuya dalacak, ertesi sabah dinlenmiş olarak erkenden uyanacaktı. Kaç aydır bu düzeni oturtmaya çalışıyordu. Bugün çok yaklaşmıştı. Ama işte yine film izlerken uyuyakalmış, sonra da yine gecenin bir vakti uyanıvermişti. Artık bütün gece uyuyamayacağını biliyordu. Terliklerini ayağına geçirdi, düzensizliğine bir küfür savurdu.

Yastığını düzeltti, bu kez yanına kağıt kalem de almıştı. Belki geçen geceki gibi yine rüyasında yazısını görürdü. Geçen gece rüyasında yazısını tamamladığını görmüştü. Uykuyla uyanıklık arası bir halde yatarken aklından hemen kalkıp bunu kağıda dökmesi gerektiği geçmiş ama yataktan kalkıp kağıt kalem almaya gitmek zor gelmiş, uykunun tatlı kollarına teslim olmayı seçmişti. Üşengeçliğine bir küfür savurdu.

Sadece bir günü kalmıştı. Artık yazısını teslim etmesi gerekiyordu. Öyle çaresizlik içinde kıvranırken izlediği bir filmi hatırladı, hani teslim tarihi yaklaşan kitabını yazmaya bir türlü başlayamayan, yayınevinin baskılarından bunalmışken ve aldığı avans suyunu çekmek üzereyken o mucizevi hapla tanışan ve bir anda yaratıcılığı zirve yapan o adamın hikayesinin anlatıldığı film. Öyle bir hap bulsam ne kadar ne kadar harika olurdu diye düşündü. Ağzına bir tane nane şekeri attı, hayalperestliğine bir küfür savurdu.

Yok, olmayacaktı. Oysa yazma fırsatını yakaladığında günlerce içi içine sığmamış, çocukluğundan beri düşlediği şeyi sonunda yapmaya başlayacak olmanın mutluluğuyla kendinden geçmişti. Bir dağ kulübesine kapanıp kar manzarası ve şömineden gelen çıtırtılar eşliğinde kuş tüyünü mürekkebe batırıp sayfalarda kendini kaybedene dek yazmak… Ya da penceresinin önünde uzanan huzur dolu okyanus manzarasına karşı daktilosunun başına geçip parmaklarına kramplar girene kadar durmaksızın yazmak… Kafasını kaldırıp kendi çalışma masasına baktı; üst üste binmiş binalardan gökyüzünü bile zor görebildiği boktan bir manzara, boş bir su bardağı ve tabiki izmarit dolu bir küllük. Yazmaktan ziyade yazmanın romantik olduğu fikrini seviyordu galiba. Bir sigara yaktı, romantizmine bir küfür savurdu.       

                                                                                                  Devrik Cümle

20. Yüzyılın 20 Büyük Romanı





      Colombia Üniversitesi bünyesinde yayıncılık faaliyetlerinde bulunan ''Columbia Publishing Course'', henüz milenyuma girmemişken 21 Haziran 1998'te, içinde bulundukları yüzyılın dikkate değer en önemli 20 romanını listeleyip yayınladı. Roman okumaya nereden başlamalıyım diye düşünenler için güzel bir başlangıç olacağını düşündüğümüz bu listede, atölyemizin ''Haftanın Kitabı'' olarak seçtiği Muhteşem Gatsby zirvede yer alıyor. 

     Divit Atölyesi olarak iyi okumalar diliyoruz...


1. Muhteşem Gatsby - F. Scott Fitzgerald
2. Çavdar Tarlasında Çocuklar - J.D. Salinger
3. Gazap Üzümleri - John Steinbeck
4. Bülbülü Öldürmek - Harper Lee
5. Renklerden Moru - Alice Walker
6. Ulysses - James Joyce
7. Sevilen – Toni Morrison
8. Sineklerin Tanrısı - William Golding
9. 1984 - George Orwell
10. Ses ve Öfke - William Faulkner
11. Lolita - Vladmir Nabokov
12. Fareler ve İnsanlar - John Steinbeck
13. Charlotte’un Sevgi Ağı - E.B. White
14. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi - James Joyce
15. Madde 22 - Joseph Heller
16. Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley
17. Hayvan Çiftliği - George Orwell
18. Güneş de Doğar - Ernest Hemingway
19. Döşeğimde Ölürken - William Faulkner
20. Silahlara Veda - Ernest Hemingway

Tiyatro: Ben Bertolt Brecht



Genco Erkal, yılların getirdiği birikimi sergilemeye  yeni yılda da devam ediyor! Geçtiğimiz yıl 7 ayrı oyunda 140 gösterime çıkan büyük tiyatro oyuncumuz; 12 Ocak 2014, Pazar günü saat 18:30'da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde de "Ben Bertolt Brecht'' diyecek!
Sahnelendiği günden itibaren büyük yankı uyandıran ve çeşitli ödül törenlerinde 6 ödüle layık görülen "Ben Bertolt Brecht''; dünyanın düzeni, kadının konumu ve savaş gibi konularda seyirciyi eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor. Erkal'ın,Bertolt Brecht'in şiir, şarkı ve öykülerinden uyarladığı bu müzikli kabarede de Tülay Günal, usta oyuncuyla aynı sahneyi paylaşıyor ve performansıyla göz dolduruyor.
Divit Atölyesi iyi seyirler diler...

HAFTANIN KİTABI



     T.S.Eliot: “Amerikan romanının Henry James’ten sonra attığı en büyük adım.”


   Yirminci yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından biri kabul edilen F.Scott Fitzgerald iki dünya savaşı arasındaki yitik kuşağın (Kendi deyimiyle)  bunalımlarını etkileyici bir şekilde okuyuculara aktarmıştır. Caz çağına da ışık tutan Muhteşem Gatsby romanı ilk kez 1925’te yayınlanmıştır.

   Fitzgerald, 1924 yazında  editörü  Maxwell Perkins’e  yazmış olduğu mektupta, tamamlamak üzere olduğu romana duyduğu güveni şu sözlere belirtir: “ Sanırım romanım şimdiye dek yazılmış en iyi Amerikan romanı olacak.”

   Divit Atölyesi’nde Haftanın Baş Üstü Romanı

   Muhteşem Gatsby
  
   Keyifli okumalar dileriz…

Sözcükler Dergisi 47. Sayısını Çıkardı!






Edebiyatın, insan ve toplum için yaşamsal bir gereklilik olduğunu savunan ‘’Sözcükler Dergisi’’, artık bu insani değerin farkındalığını yaşayan belki de son nesil olmamızdan dem vurarak, birbirinden değerli öykü, şiir, deneme ve anıların yer aldığı 47. sayısını çıkardı.

Bu ay, Nazım Hikmet’in 113. doğum yılı olması dolayısıyla, büyük ozanımıza dair yazı ve şiirlerin bulunduğu çalışmalara ve bunun yanında 110. doğum yılını kutladığımız büyük yazar Albert Camus hakkındaki tarihi bilgilerin bulunduğu çok özel yazılara yer veren Sözcükler Dergisi, yeni sayısıyla da okunmadan edilemeyeceğini net bir şekilde gösteriyor.


Şimdiden, yeni sayının çıkması için önümüzdeki iki ayın geçmesini sabırsızlıkla beklediğinizi biliyoruz ve Divit Atölyesi olarak, birbirinden değerli yazıların bulunduğu Ocak-Şubat sayısı için keyifli okumalar diliyoruz.

Atlas Okyanusu'nda Fırat'ın salı: Cemal Süreya

   Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü Türk Dili ve Edebiyatı Komisyonu ile Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği tarafından düzenlenen “Atlas Okyanusu’nda Fırat’ın Salı: Cemal Süreya” isimli sempozyum 8 – 9 Ocak 2014 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi’nde konuşmacıların ve edebiyat aşıklarının katılımı ile buluşuyor.

Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi

                                                

    Varlık Dergisi Ocak 2014 sayısı okuyucuları ile buluştu. Değerli yazar ve yazılarla ''söz'' dolu,  ''edebiyat'' dolu bir sayıyı okuyucularıyla buluşturan Varlık Dergisi, Şükrü Erbaş’tan Leyla Erbil'e, Necati Cumalı’dan Ahmet Telli’ye birçok yazarın dünyasını bu sayıda bir araya getirdi. Bayilerden derginizi almayı unutmayın.


   Divit Atölyesi keyifli okumalar diler.
   Okuyucularımızı edebiyat ve kültür dergilerinden haberdar etmeye çalışacağız.

HAFTANIN KİTABI


 

Nobel Edebiyat Ödüllü yazar John Steinbeck, Ay Battı romanıyla Nazi işgali altındaki ülkelerde direnişin simgesi haline gelmiştir. İşgale uğrayan küçük kasabının zamanla direnişin merkezi haline geldiğini ve işgalcilerin psikolijik durumlarını bu muhteşem romanından gözler önüne seren Steinbeck, asıl tutsağın kasaba halkı değil işgalciler olduğunu okuyucularına aktarmıştır.

   Divit Atölyesi Baş Üstü Romanı Ay Battı'dan bir alıntı yaparak bu simge romanı okumanızı tavsiye eder...

  “Özgür insanlar savaş çıkaramazlar ama savaş çıkmıssa, yenilseler bile savaşa devam ederler. Bu yüzden küçük çatışmaları sürü zihniyetli halklar, savaşları da özgür insanlar kazanır.”


İNSANLAR KUŞ OLUP UÇAR MI?


      

  Gökyüzüne her baktığınızda gördüğünüz, görmediğinizde ise arzuladığınız benim. Balkonunuzun demirlerine ayaklarımı koyduğumda, pencerenin arkasında soğuk kış günü izlediğiniz o canlıyım.


   Geçenlerde yaşlı bir teyzenin balkonuna usulca kondum. Üst komşunun sofrasından serpilen ekmek kırıntıları idi yerde duranlar. Karnımı doyurmak için yeterliydi. Zamanla alışkanlık yaptı o balkon bende.Kanatlarım hep o yöne çırptı kendini.Dikkatlice süzdüm evin en büyük odasını.İçeride saçlarının beyazı, kızıllığı ile karışmış bir teyze duruyordu. Evlendiği yıllardan kalma bir koltuğun üstünde, başını yukarı doğru kaldırmış duvardaki resimlere bakıyordu. Resimlerden anladığım kadarıyla teyzenin oğulları onlar. Hık demiş burnundan düşmüş çocuklar. Bir de bıyıkları ile cümle aleme meydan okuyan yaşlı bir amcanın resmi. Kocasıdır kocası eminim .Yoksa böyle aşk ile bakmazdı ona.Pala bıyıklı amcamız yıllar önce göç eylemiş olmalı buralardan. Cam kenarında yağmur damlalarını tek başına izliyordu yaşlı teyzemiz.Anlaşılan kocasıyla ve çocuklarıyla geçirdiği günleri yad ediyordu. Elinde çayı, sırtında hırkası, iplikli gözlüğü ile  o soğuk kış günlerinde geçmişin yazlarını hayal ediyordu.



    Alışkanlık yaptı teyzenin balkonu. Ne ben onu bıraktım, ne o beni bırakabildi. Ben onu dinledim, o beni izledi. Başkasına benzemiyordu. Üzerine sıçtığım zaman gidip piyango bileti alanlardan değildi o. Beni dostu bildi, bende onu. Bazı insanlar için kuşların umut kaynağı olduğunu bilirdim ama nereden bileyim yolunu beklediği insanları kuşa benzetip, beni o denli seveceğini. Balkonuna hergün konduğum için  bana ait bir kap oluşturdu, barınak yaptı. İsminide öğrendin. “Özledin mi Neriman Teyzeni?” diyordu bana. Suyum-ekmeğim Neriman teyzenin balkonunda dururdu öylece. Ben kana kana içerdim, o ise doya doya seyrederdi beni. Cankurtaranda, müstakil evinde tek başına yaşayan Neriman teyzenin evi  Sirkeci-Haliç-Eminönü derken hep son durağım oldu….



    Oğullarının ikisi yurt dışında biri de Ankara’da eşi ve üç yaşındaki oğluyla yaşıyordu. “Bir kuş olup uçasım var tıpkı senin gibi,” derdi içini çeke çeke, kirpikleri ıslanarak. Kanatlarımı veresim gelirdi o öyle deyince. Günler geçti aramızdaki bağ gittikçe kuvvetlendi. Sonra beni okşamasına izin verdim. Başıma dokunsun…



      Oğullarından biri hayırsızmış onun dediğine göre. Gelinini hiç mi hiç sevmiyor. Kız, kaynana istemiyormuş evinde. Neriman teyze başka kadınlara benzemez gelin hanım. Ben çok evin balkonuna kondum bu Sirkeci-Halkalı tren hattında. Ne çok kaynana gördüm nemrut gibi. Gelinine kök söktüren, illahlah ettiren...  Ama bu kadın pamuk gibi pamuk.  İnsan nasıl istemez ki Neriman Teyzeyi. En çokta hayırsız oğlunu özlüyordu, en çok ona kızdığı gibi. Torunu da burnunda tütüyordu. ‘’Bu kız oğlumu elimden aldı,’’ deyip duruyordu.“Dokuz ay karnında taşı,el kızı yüzünden öz oğlunun evine gireme. Olacak şey mi?’’diyordu. Dinledim, dinledim, sadece dinledim. Neriman’ım da izledi beni. Bana bu kadar umutla bakması, baktığında yolunu gözlediği insanları görmesi, kanatlarımı çırpmama neden oluyordu. “Bu 2 ayaklı yürüyen canlılara, insanlara güven olmaz,” diyordum önceleri. Neriman’ımdan sonra vazgeçtim bu düşüncemden. İnsanlardan neler çektiğimizi bir bilseniz… Gökyüzünün dili olsa da konuşsa benim gibi. Anlatır size neler çektiğimizi. Gökyüzü bizimdi ama insanların gökyüzünü nasıl çaldığını bir görseniz...

    Pazar günü alışkanlık yaptığım Neriman teyzenin balkonuna kondum. Ne suyum var, ne ekmeğim. Keskin gözlerimle baktım içeriye ne Neriman’ım var ne  de bir hareketlilik. Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe derken ne Neriman’ımı görebildim ne de evde daha önceleri olan hareketliliği. Cuma günü ise diğer günlerden farklıydı. Perdeler açılmıştı. Genç bir kız elinde tepsi ile  koltukta ağlamaklı oturanlara bir şeyler dağıtmaktaydı. Neriman’ımın üç oğlu, gelini, akrabaları içerdeydi. Torunu koşuyordu. Neriman’dan haber beklemekte kararlıydım. Tüm gün bekledim ve sonunda oğlu balkonda telefonla konuşurken duydum. Neriman’ıma geldiğim son günün akşamı , bana kuş olmak istediğini söylediği o gün hakka yürümüş. Şimdi ise nerede olduğunu öğrendim. En iyisi Karacaahmet’e kanat çırpayım, orada arayayım Neriman’ımı. Artık balkonunda değil mezar taşında dertleşeceğim onunla. İnsanlar kuş olup uçar mı bilemem  ama sevdiklerini kuş gibi beklemeyeceklerinden eminim.


Çivi Kemal



EYLÜL YAĞMURU

                            

Eylül sonlarıydı. İşten yorgun argın eve gelmiş ve hemen kanepeye uzanmıştım. Orada uyuyakalmışım. Uyandığımda boynum tutulmuş ve her tarafım ağrıyordu, ayaklarım uyuşmuştu. Canımın sıkıldığını hissetmiştim. Saat 9 civarıydı ve hava çoktan kararmıştı. Dışarıyı gözetlemek için yattığım yerden kalkarak balkona doğru yöneldim. Çam ağacından yapılmış balkon kapısının oldukça üşümüş demir koluna bastırarak kapıyı dışarıya doğru itekledim.  O sırada insanı ürperten hafiften bir rüzgâr ve ona eşlik eden eylül yağmurunu hissettim. Bu havaları, beni hep derin düşüncelerin ortasına atıp orada dakikalarca, hatta saatlerce oyaladığı için çok seviyorum. Bana tanımlayamadığım ilginç duygular ve ilginç hazlar yaşatabiliyor. Yine havanın etkisinde düşüncelere dalmak üzereyken birkaç gencin kahkahalarıyla irkildim. Konuşmalarına kulak kesmiştim. Sanırım sinemadan çıkmışlardı ve bir komedi filmi seyretmişlerdi. Birbirlerine filmdeki sahneleri ve esprileri söyleyip tekrar tekrar gülüyorlardı. O sırada sokaktan geçen diğer insanları fark ettim. Hepsi birbirine benziyordu. İçlerinden birisi ilgimi çekmişti. Sanırım mavi üzerine bordo çizgili fötr şapkası ve elinde bir şemsiyesi vardı. Upuzun saçları sanki eylül yağmuru ve rüzgârın, birlikte yönettiği bir müzikalde başroldeydi. Bir müddet onu seyrettim.

Balkonumda üzerinde Camel paketi, şekli kaplumbağayı andıran bir çakmak ve bir küllük bulunan küçücük masamın yanındaki gürgen sandalyemde oturuyorum. Rengini çok sevdiğim Camel paketinden bir sigara çıkarttım ve yaktım. Lambaların aydınlattığı sokağı seyretmeye devam ettim. Sokak adeta sırılsıklam âşık olmuştu eylül yağmuruna. O an dışarı çıkmak yağmuru ve rüzgârı daha iyi hissetmek istedim. Hem bir kafede çay içer, can sıkıntımı geçirebilirdim. Sigaramı söndürüp hazırlanmak için içeriye girdim.

Her adımımda şapır şapır sesler çıkartarak sarı lambaların aydınlattığı Arnavut kaldırımlı samimi görüntüsü olduğunu düşündüğüm Küçükbey sokağında yürüyorum. Bir yandan her iki yanımda farklı konsepteki dükkânlara bakınıyorum; bir yandan da yağmur, rüzgâr ve adımlarımın çıkardığı müthiş müzik şölenini dinliyorum. Yağmur iyiden iyiye ıslattı beni. Kaşlarımdan, yanaklarımdan, şakalarımdan ve dudağımın kenarlarından süzülen damlacıklar çenemde birleşerek Arnavut kaldırımlarına damlıyor. Üzerime siyah yağmurluğumu giydim fakat eylül yağmurunu daha iyi hissedebilmek için başımı örtmedim. Hem rüzgârın hafif uzun saçlarımı dalgalandırmasından da çok hoşlanıyordum.

Gökkuşağı sokağındayım. Bu sokaktaki yolda farklı büyüklükteki taşlar hiç de geometrik olmayacak şekilde tasarlanmış. Sanırım adını sokakta bulunan farklı renklerdeki mağaza, dükkân, kafe tabelaları; sokağı aydınlatan iki bina arasına çekilmiş peş peşe dizili iplerden sarkan şemsiye, ay, yaprak, ayakkabı, bal kabağı vb. şekillerdeki lambalardan almış. Bu muhitte, İncirli’de en sevdiğim yer burası. Daha sokağın başındayım ve sokağın sonundaki en sevdiğim kafe olan Yeşil kafede bir çay içmeye karar verdim. Etrafıma bakınarak yürümeye devam ettim. El Sanatları ve Hediyelik Eşya Mağazası’nın önünde Mağazanın sahibi Kader Hanım ile birlikte sohbet eden Eda ve Ahmet’i gördüm. Eda kumral 1.70 boylarında son sınıf iktisat öğrencisi, Ahmet ise 1.80 boylarında esmer ve karşı apartmanda üst katta oturan, bizim sokakta küçük ve sempatik bir DVD dükkânı olan samimiyetine inandığım, hem okuldan arkadaşım hem de komşum. İkisini birbirine çok yakıştırıyorum. Gerçekten birbirlerini tamamlayan uyumlu çiftler. Kader Hanım 40 yaşlarında, esmer, gözlüklü, kültürel anlamda çok donanımlı ve kitaplarla iyi dost olan çok sevdiğimiz Gökkuşağı Sokağı esnafıdır. Sohbete katılmak için yanlarına doğru yürüdüm. Beni fark ettiler ve Ahmet bana doğru dönerek ve gülümseyerek: “Hoş geldin kardeşim. Nasılsın?”, Eda: “Hoş geldin Kürşad”, Kader Hanım: “Naber delikanlı” dediler. “Hoş bulduk. Nasılsınız? Ne yapıyorsunuz?” dedim. Sohbet ettiklerini biliyorum ama neden “Ne yapıyorsunuz?” diye sorduğuma anlam verememenin ve keşke “ne konuşuyorsunuz” dememiş olmamın pişmanlığını kısa bir süreliğine yaşarken Kader Hanımın ne söylediğini anlayamadım; fakat hiç bozuntuya vermeden evde canımın sıkıldığını bu yüzden dışarı çıktığımı ve sonra Yeşil kafede çay içip müzik dinlemeye karar verdiğimi söyledim. Ahmet ve Eda’ ya, onlara çay ısmarlayabileceğimi söyleyip bana katılmak isteyip istemediklerini sorarak, tek başıma oturmaktansa Yeşil Kafede birlikte sohbet etmenin daha iyi olacağını söyledim. Beni kırmayıp ikisi birden aynı anda: “Evet, olabilir.” dedi. Daha sonra Kader Hanıma dönerek: “Görüşmek üzere.” deyip kafeye doğru yürümeye başladık. Ahmet ve Eda yol boyunca bazen kendi aralarında bazen de benimle konuştular. Yeşil Kafe yaklaşık 250 metre ilerde. Ahmet ile Eda kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Merve’yi anımsadım. Yeşil Kafe’de beraber çok vakit geçirmiştik. Kafedeki her anımızı hatırlıyorum ve hatırladıkça bir burukluk hissediyorum. O, şimdi çok uzaklarda ve ben sürekli anımsıyorum onu. O zamanlar çok sevmiştim, sanırım hala seviyorum. Hatırlıyorum, kafede yemek yerdik onunla. Severdi kafenin yemeklerini.

Dört katlı Yeşil Kafemizin üçüncü katına çıktık ve Gökkuşağı Sokağı manzaralı masamıza oturduk. Yeşil Kafe eski bir binada ve duvarlar takoz tuğladan. Benim oturduğum bambu sandalyenin sağında manzaramız, karşısında ve arkasında duvar, solunda ise diğer masalar, sandalyeler ve bir kitaplık var. Karşımdaki duvarda tek bildiğim Van Gogh’un Gece Kafesi tablosunun bir imitasyonu var, tam arkamda ki duvarda biraz yukarıda, muhtemelen ceviz ağacından, içerisinde muhtemelen oyma sanatıyla yapılmış güneş timsalli altıgen bir tablo var. Hemen altında lüks evlerin bahçe duvarları üzerine konulan ucu sivri demir parmaklıklar ve bu parmaklıklar arasında sarı renkte lambalar var. Kafenin tavanın da sabit bir ölçü kullanmaksızın bir duvardan diğer duvara uzanan tahtalar var ve bu tahtalar arasına farklı renklerde aydınlatma açısından pekte etkili olmayan küçük lambalarla sarı renkte kafeyi aydınlatan lambalar yer alıyor. Sol tarafımda kafenin üçüncü duvarının olduğu yerde her katta olduğu gibi bir kitaplık ve önünde iki adet sallanan bambu sandalye ile iki sandalyenin ortasında bir masa ve üzerinde bir kitap… 

Garson, Cat Stevens’ ın "Wild World” şarkısı eşliğinde siparişleri almak için yanımıza geldi. “Oh baby baby it’s a wild world” diye mırıldandıktan sonra yiyecek bir şeyler istedim. Ahmet: “Ben bir Filtre Kahve alabilir miyim?”, Eda: “ Bende Karamelli Macchiato” dedi. Ahmet bana dönerek:

“Neden yiyecek bir şeyler istedin? Aç mısın?”
“Biraz”
“Sen bu saate kadar aç kalmazdın. Yemek yemedin mi?”  
“Bugün işte çok yoruldum. Yemek saatinden önce kanepede uzanırken uyuyakalmışım.”
Eda: “Sen ne iş yapıyorsun?”
“Navy Design adında bir dükkânım var. Grafik tasarım, iç mimari, dekorasyon,  her türlü organizasyon işleri vesaire…” 
“Zevkli bir işin var. Çalışırken sıkılmazsın.”
Ahmet: “Hey! Benim dükkânımın da dekorasyonunu yapsana. Güzel şeyler planlıyorum.”
“Planından bahsetsene bana biraz.”
“Dükkânımın yanındaki boş dükkânı da almayı planlıyorum.” dedi ve kısa bir soluk aldıktan sonra gülümseyerek devam etti: “ Biliyorsun film DVD’leri, müzik DVD’leri, CD’leri, kasetleri, plakları satıyorum. Bunların yanında kitap, poster gibi şeylerde satmak istiyorum.”
“Biraz daha sanatsal bir şeyler yapabiliriz istersen.”
“Tam da onu istiyorum Kürşad. Lafı ağzımdan aldın.”
Eda: “Birlikte düşündük bunları.”
“Güzel bir dekorasyon yaparız hep birlikte. Bir ekip çalışması gerçekten güzel ve zevkli olur.”
Eda: “Hemen yarın başlayalım. Sabırsızlanıyorum bunun için.”
Ahmet, Eda’ya dönerek: “Daha dükkânı almadım. Yarın başlayamayız.”

Onlara karşı gülümsedim. Garson siparişleri getirdi. Eda kahvesinden bir yudum alıp Ahmet’e bir an önce dükkânı alması gerektiğini söyledi ve kendi aralarında fikir alışverişinde bulunmaya başladılar. Çok heyecanlıydılar. Ben onlardan müsaade alarak lavaboya gittim. Elimi yıkadım ve yüzüme su çaldım. Yanlarına dönerken Yeşil Kafenin kitaplığında bir kitaba gözüm ilişti. Kitap “Şairin Romanı” idi. Kitabı elime aldım, biraz göz gezdirdim ve arkadaşlarımın yanına gittim. Onlar kendi aralarında heyecanlı şekilde planlarından bahsediyorlardı. Ben konuşmalarına hiç müdahil olmadım. Biraz kitapla ilgilendikten sonra onlardan müsaade isteyerek yanlarından ayrıldım. Kafeden çıkarken kafemizin sahibi kumral, renkli gözlü abimize kitabı ödünç alıp alamayacağımı sordum.

“Tabii ki de alabilirsin.” Yanıtı beni mutlu etti. Kendisine teşekkür ettikten sonra kafeden ayrılarak evime doğru yürüdüm.

Şimdi Küçükbey Sokağındayım. Şapır şapır yürüyorum yine. Rüzgâr hala devam ediyor fakat yağmur dinmek üzere ve ben sırılsıklam olmuşum. Ah! Eylül Yağmuru, ben sana sırılsıklam aşığım.


Nevmit Balıkçı

 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı