Eylül sonlarıydı. İşten yorgun
argın eve gelmiş ve hemen kanepeye uzanmıştım. Orada uyuyakalmışım. Uyandığımda
boynum tutulmuş ve her tarafım ağrıyordu, ayaklarım uyuşmuştu. Canımın sıkıldığını hissetmiştim. Saat 9 civarıydı ve hava çoktan kararmıştı. Dışarıyı gözetlemek için yattığım
yerden kalkarak balkona doğru yöneldim. Çam ağacından yapılmış balkon kapısının
oldukça üşümüş demir koluna bastırarak kapıyı
dışarıya doğru itekledim. O sırada insanı
ürperten hafiften bir rüzgâr ve ona eşlik eden eylül yağmurunu hissettim. Bu
havaları, beni hep derin düşüncelerin ortasına atıp orada dakikalarca, hatta
saatlerce oyaladığı için çok seviyorum. Bana tanımlayamadığım ilginç duygular
ve ilginç hazlar yaşatabiliyor. Yine havanın etkisinde düşüncelere dalmak
üzereyken birkaç gencin kahkahalarıyla irkildim. Konuşmalarına kulak kesmiştim.
Sanırım sinemadan çıkmışlardı ve bir komedi filmi seyretmişlerdi. Birbirlerine
filmdeki sahneleri ve esprileri söyleyip tekrar tekrar gülüyorlardı. O sırada
sokaktan geçen diğer insanları fark ettim. Hepsi birbirine benziyordu.
İçlerinden birisi ilgimi çekmişti. Sanırım mavi üzerine bordo çizgili fötr şapkası
ve elinde bir şemsiyesi vardı. Upuzun saçları sanki eylül yağmuru ve rüzgârın,
birlikte yönettiği bir müzikalde başroldeydi.
Bir müddet onu seyrettim.
Balkonumda üzerinde Camel paketi,
şekli kaplumbağayı andıran bir çakmak ve bir
küllük bulunan küçücük masamın yanındaki gürgen
sandalyemde oturuyorum. Rengini çok sevdiğim Camel paketinden bir sigara
çıkarttım ve yaktım. Lambaların aydınlattığı sokağı seyretmeye devam ettim.
Sokak adeta sırılsıklam âşık olmuştu eylül yağmuruna. O an dışarı çıkmak
yağmuru ve rüzgârı daha iyi hissetmek istedim. Hem bir kafede çay içer, can
sıkıntımı geçirebilirdim. Sigaramı söndürüp hazırlanmak için içeriye girdim.
Her adımımda şapır şapır sesler
çıkartarak sarı lambaların aydınlattığı Arnavut kaldırımlı samimi görüntüsü
olduğunu düşündüğüm Küçükbey sokağında yürüyorum. Bir yandan her iki yanımda
farklı konsepteki dükkânlara bakınıyorum; bir
yandan da yağmur, rüzgâr ve adımlarımın çıkardığı müthiş müzik şölenini
dinliyorum. Yağmur iyiden iyiye ıslattı beni. Kaşlarımdan, yanaklarımdan,
şakalarımdan ve dudağımın kenarlarından süzülen damlacıklar çenemde birleşerek
Arnavut kaldırımlarına damlıyor. Üzerime siyah yağmurluğumu giydim fakat eylül
yağmurunu daha iyi hissedebilmek için başımı örtmedim. Hem rüzgârın hafif uzun
saçlarımı dalgalandırmasından da çok hoşlanıyordum.
Gökkuşağı sokağındayım. Bu
sokaktaki yolda farklı büyüklükteki taşlar hiç de geometrik
olmayacak şekilde tasarlanmış. Sanırım adını sokakta bulunan farklı renklerdeki
mağaza, dükkân, kafe tabelaları; sokağı aydınlatan iki bina arasına çekilmiş peş
peşe dizili iplerden sarkan şemsiye, ay, yaprak, ayakkabı, bal kabağı vb.
şekillerdeki lambalardan almış. Bu muhitte, İncirli’de en sevdiğim yer burası. Daha sokağın
başındayım ve sokağın sonundaki en sevdiğim kafe olan Yeşil kafede bir çay
içmeye karar verdim. Etrafıma bakınarak yürümeye devam ettim. El Sanatları ve
Hediyelik Eşya Mağazası’nın önünde Mağazanın sahibi Kader Hanım ile birlikte sohbet
eden Eda ve Ahmet’i gördüm. Eda kumral 1.70 boylarında son sınıf iktisat
öğrencisi, Ahmet ise 1.80 boylarında esmer ve karşı apartmanda üst katta oturan,
bizim sokakta küçük ve sempatik bir DVD dükkânı olan samimiyetine inandığım, hem okuldan arkadaşım
hem de komşum. İkisini birbirine çok yakıştırıyorum. Gerçekten birbirlerini
tamamlayan uyumlu çiftler. Kader Hanım 40 yaşlarında, esmer, gözlüklü, kültürel
anlamda çok donanımlı ve kitaplarla iyi dost olan çok sevdiğimiz Gökkuşağı
Sokağı esnafıdır. Sohbete katılmak için yanlarına doğru yürüdüm. Beni fark
ettiler ve Ahmet bana doğru dönerek ve gülümseyerek: “Hoş geldin kardeşim. Nasılsın?”,
Eda: “Hoş geldin Kürşad”, Kader Hanım: “Naber delikanlı” dediler. “Hoş bulduk.
Nasılsınız? Ne yapıyorsunuz?” dedim. Sohbet ettiklerini biliyorum ama neden “Ne
yapıyorsunuz?” diye sorduğuma anlam verememenin ve keşke “ne konuşuyorsunuz”
dememiş olmamın pişmanlığını kısa bir süreliğine yaşarken Kader Hanımın ne
söylediğini anlayamadım; fakat hiç bozuntuya
vermeden evde canımın sıkıldığını bu yüzden dışarı çıktığımı ve sonra Yeşil
kafede çay içip müzik dinlemeye karar verdiğimi söyledim. Ahmet ve Eda’ ya,
onlara çay ısmarlayabileceğimi söyleyip bana katılmak isteyip istemediklerini
sorarak, tek başıma oturmaktansa Yeşil Kafede birlikte sohbet etmenin daha iyi
olacağını söyledim. Beni kırmayıp ikisi birden aynı anda: “Evet, olabilir.”
dedi. Daha sonra Kader Hanıma dönerek: “Görüşmek üzere.” deyip kafeye doğru
yürümeye başladık. Ahmet ve Eda yol boyunca bazen kendi aralarında bazen de
benimle konuştular. Yeşil Kafe yaklaşık 250 metre ilerde. Ahmet ile Eda kendi
aralarında konuşmaya başlamışlardı. Merve’yi anımsadım. Yeşil Kafe’de beraber
çok vakit geçirmiştik. Kafedeki her anımızı hatırlıyorum ve hatırladıkça bir
burukluk hissediyorum. O, şimdi çok uzaklarda ve ben sürekli anımsıyorum onu. O
zamanlar çok sevmiştim, sanırım hala seviyorum. Hatırlıyorum, kafede yemek yerdik onunla. Severdi kafenin
yemeklerini.
Dört katlı Yeşil Kafemizin üçüncü
katına çıktık ve Gökkuşağı Sokağı manzaralı masamıza oturduk. Yeşil Kafe eski
bir binada ve duvarlar takoz tuğladan. Benim
oturduğum bambu sandalyenin sağında manzaramız, karşısında ve arkasında duvar, solunda ise diğer masalar, sandalyeler ve bir
kitaplık var. Karşımdaki duvarda tek bildiğim Van Gogh’un Gece Kafesi
tablosunun bir imitasyonu var, tam arkamda ki duvarda biraz yukarıda,
muhtemelen ceviz ağacından, içerisinde muhtemelen oyma sanatıyla yapılmış güneş
timsalli altıgen bir tablo var. Hemen altında lüks evlerin bahçe
duvarları üzerine konulan ucu sivri demir parmaklıklar ve bu parmaklıklar
arasında sarı renkte lambalar var. Kafenin tavanın da sabit bir ölçü
kullanmaksızın bir duvardan diğer duvara uzanan tahtalar var ve bu tahtalar
arasına farklı renklerde aydınlatma açısından pekte etkili olmayan küçük
lambalarla sarı renkte kafeyi aydınlatan lambalar yer
alıyor. Sol tarafımda kafenin üçüncü
duvarının olduğu yerde her katta olduğu gibi bir kitaplık ve önünde iki adet
sallanan bambu sandalye ile iki sandalyenin ortasında bir masa ve üzerinde bir
kitap…
Garson, Cat Stevens’ ın "Wild
World” şarkısı eşliğinde siparişleri almak için yanımıza geldi. “Oh baby baby
it’s a wild world” diye mırıldandıktan sonra yiyecek bir şeyler istedim. Ahmet:
“Ben bir Filtre Kahve alabilir miyim?”, Eda: “ Bende Karamelli Macchiato” dedi.
Ahmet bana dönerek:
“Neden yiyecek bir şeyler istedin?
Aç mısın?”
“Sen bu saate kadar aç kalmazdın.
Yemek yemedin mi?”
“Bugün işte çok yoruldum. Yemek
saatinden önce kanepede uzanırken uyuyakalmışım.”
Eda: “Sen ne iş yapıyorsun?”
“Navy Design adında bir dükkânım
var. Grafik tasarım, iç mimari, dekorasyon,
her türlü organizasyon işleri vesaire…”
“Zevkli bir işin var. Çalışırken
sıkılmazsın.”
Ahmet: “Hey! Benim dükkânımın da
dekorasyonunu yapsana. Güzel şeyler planlıyorum.”
“Planından bahsetsene bana
biraz.”
“Dükkânımın yanındaki boş dükkânı
da almayı planlıyorum.” dedi ve kısa bir soluk aldıktan sonra gülümseyerek devam
etti: “ Biliyorsun film DVD’leri, müzik DVD’leri, CD’leri, kasetleri, plakları
satıyorum. Bunların yanında kitap, poster gibi şeylerde satmak istiyorum.”
“Biraz daha sanatsal bir şeyler
yapabiliriz istersen.”
“Tam da
onu istiyorum Kürşad. Lafı ağzımdan aldın.”
Eda: “Birlikte düşündük bunları.”
“Güzel bir dekorasyon yaparız hep
birlikte. Bir ekip çalışması gerçekten güzel ve zevkli olur.”
Eda: “Hemen yarın başlayalım.
Sabırsızlanıyorum bunun için.”
Ahmet, Eda’ya dönerek: “Daha
dükkânı almadım. Yarın başlayamayız.”
Onlara karşı gülümsedim. Garson
siparişleri getirdi. Eda kahvesinden bir yudum alıp Ahmet’e bir an önce dükkânı
alması gerektiğini söyledi ve kendi aralarında fikir alışverişinde bulunmaya
başladılar. Çok heyecanlıydılar. Ben onlardan müsaade alarak lavaboya gittim.
Elimi yıkadım ve yüzüme su çaldım. Yanlarına dönerken Yeşil Kafenin
kitaplığında bir kitaba gözüm ilişti. Kitap “Şairin Romanı” idi. Kitabı elime
aldım, biraz göz gezdirdim ve arkadaşlarımın yanına gittim. Onlar kendi
aralarında heyecanlı şekilde planlarından bahsediyorlardı. Ben konuşmalarına
hiç müdahil olmadım. Biraz kitapla ilgilendikten sonra onlardan müsaade
isteyerek yanlarından ayrıldım. Kafeden çıkarken kafemizin sahibi kumral,
renkli gözlü abimize kitabı ödünç alıp alamayacağımı sordum.
“Tabii ki de alabilirsin.” Yanıtı
beni mutlu etti. Kendisine teşekkür ettikten sonra kafeden ayrılarak evime
doğru yürüdüm.
Şimdi Küçükbey Sokağındayım. Şapır
şapır yürüyorum yine. Rüzgâr hala devam ediyor fakat yağmur dinmek üzere ve ben
sırılsıklam olmuşum. Ah! Eylül Yağmuru, ben sana sırılsıklam aşığım.
Nevmit Balıkçı