Oyun Yazma Yarışması



Bu sene altıncısı düzenlenecek olan Mitos-Boyut Tiyatro Yayınları’nın oyun yazma yarışmasına hazır mısınız? Tiyatroya duyulan ilgiyi artırmanın yanı sıra, oyun yazarlığına da dikkat çekmek ve yeni yazarları özendirmek amaçlı düzenlenecek olan oyun yazma yarışmasında, yarışmanın seçici kurulu arasında Prof. Dr. Metin Balay ve İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oyuncu, yönetmen ve oyun yazarı olarak görev alan Aslı Öngeren gibi alanında yetkin ve değerli isimler yer alıyor. Konu sınırlamasının olmadığı yarışmada katılım koşulları ise şu şekilde:

1. Yarışmaya oyun yazarı olarak herkes katılabilir.

2. Konu sınırlaması yoktur. Oyunlar, özgün yeni çalışmalar olacaktır; roman, öykü, şiir, anı, oyun vb. gibi yapıtlardan yapılmış uyarlamalar ile çocuk oyunları ve kısa oyunlar yarışma dışıdır.

3. Oyun metinleri en az 50.000 bilgisayar vuruşlu (aralıklar dahil) olacaktır; bu koşula uymayan metinler yarışma dışı bırakılacaktır.

4. Oyunlar, son başvuru tarihine kadar, hiçbir yerde yayımlanmamış, ödenekli veya profesyonel tiyatrolarda oynanmamış, yarışmalarda ödül almamış olmalıdır.

5. Yarışmaya en çok 2 (iki) oyunla başvurulabilinir.

6. Yarışma sonunda, gelen oyunlardan 3 (üç) oyuna, derecelendirme yapmadan En İyi Oyun ödülü verilecektir.

7. Seçici Kurul’un derecelendirmeden seçeceği üç oyun bir arada tek kitap halinde yayımlanacak ve kazanan her yazara basılacak bu yarışma kitabından 20’şer adet ve kendilerinin yayınevimizi yayınlarından seçeceği kitaplardan 1.500 TL tutarında kitap verilecektir.

8. Oyunlar, 30 Haziran 2014 tarihi akşamına kadar, dijital ortamda, CD / flaş bellek ile yayınevine bizzat teslim edilmeli (ya da posta ile gönderilmeli) veya internet aracılığıyla ‘’mitosboyutyarisma@gmail.com’’ adresine e-mail ile iletilmelidir. E-mail ile gönderilecek oyunların yayınevimize ulaştığı kendilerine e-mail ile mutlaka bildirilecektir.
Yayınevinin adresi: Mitos-Boyut Yayınları, Osmanlı Sokağı Osmanlı İşmerkezi 18/12 Taksim, Beyoğlu / 34437 İstanbul (Tel. 212. 249 87 37-38)

9. Başvuruda bulunanlar, adlarını, adreslerini, kısa özgeçmişlerini ve telefon numaralarını, gönderecekleri oyun metninin başına açıkça yazmalıdırlar. Yazarının kimliği, adresi, özgeçmişi olmayan metinler yarışma dışı tutulur.

Yarışmanın sonuçları, 29 Eylül Pazartesi günü açıklanacak.

HAFTANIN KİTABI





1930’lu yıllarda, Alabama’nın küçük bir köyünde geçen roman, ufacık bir kız çocuğunun dilinden anlatılır ve yazıldığı tarihte Amerika’da temel meseleler haline gelen ırk ayrımcılığı, sosyal hiyerarşi ve çocuk eğitimi gibi konulara oldukça etkileyici bir biçimde değinir. Öyle ki, yazarı Harper Lee’nin tek romanıdır. Daha sonra filme de uyarlanan roman, birçok ödül almış ve Library Journal tarafından yüzyılın en iyi romanı seçilmiştir.

Kitaba adını veren bülbül metaforu ise, ilk olarak Noel’de babaları çocuklara bir tüfek hediye ederken karşımıza çıkar. Babalarının uyarısı, sonrasında geçen olayları karşılaştırmalı olarak değerlendirebilmek için önemli ve romanın belki de en vurucu sözü olarak kabul edilebilir:

‘’İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın.’’

Baş üstü romanlardan biri olarak edinmenizi tavsiye ettiğimiz ‘’Bülbülü Öldürmek’’ romanını severek okuyacağınızı düşünüyoruz, keyifli okumalar… 

Nazım'ın Işığında Güneşli Güzel Günlere


Annelerin ninnilerinden 
Spikerin okuduğu habere kadar,
Yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
Anlamak sevgilim. O, bir müthiş bahtiyarlık,
Anlamak gideni ve gelmekte olanı.


O, anlayabilmenin verdiği hazzı beş satırda anlattı dünyaya. 

Peki biz O'nu kaç satırda anlatabiliriz? İnsan olmanın kırılganlığını, güçlülüğünü, yenilgisini, zaferlerini, umutlarını, sevdalarını, hürriyetini, esaretini ve insana dair sayamayacağımız kadar çok özelliği, en etkileyici kelime kombinasyonlarını kurarak kağıda aktarmış olan bir adama dair, nasıl bir tanımlama yapılırsa yapılsın, az gelmez mi? 

Kuracağımız ardı arkası gelmez cümlelerin aslında ne kadar da boş kalacağını hissedercesine, kendine dair anlatımı yine kendisi yapıyor ve cevap veriyor bize:

''Ben bir insan, ben Türk şairi Nazım Hikmet. Tepeden tırnağa ümit, hasret ve kavgadan ibaret.''

Doğumunun ardından 112 yıl geçti büyük üstad ve biz, bahsettiğin ''güneşli, güzel günler''in umuduyla yaşamaya devam ediyoruz...


Ölüme Giden Yol





Saat geç olmuştu ve çok yorulmuştum. Acıta acıta içtiğim kadehlerin de etkisiyle uyuyakalmışım. Yatağıma nasıl gittiğimi bilmiyorum ama nasıl uyandığımı hayal meyal hatırlıyorum. Ancak bir Çinlinin yapacağı işkenceydi ve ben buna karşı gelmeye çalıştıkça o daha da artırıyordu şiddetini. Bir giyotin inceliğinde ve darağacı uzunluğundaydı, kulaklarımı adeta parçalıyordu telefonun sesi ve bedenim de eşlik ediyordu sanki. Telefon inatla çalıyor ve işkencenin süresini uzatıyordu. Baş edemeyeceğimi anladığımda telefonu elime aldım. Saat 3 civarıydı. Arayan Esra’ydı. Neden bu saatte ısrarla aradığının şaşkınlığıyla ve durumun anlamsızlığıyla, tekrar aradığında açtım telefonu. “Alo. Okan’ı hastaneye kaldırmışlar ben oraya gidiyorum yoldayım şuanda sende koş gel çabuk. Meira Hastanesine kaldırmışlar” dedi. Kulaklarıma inanamamakla birlikte “Orası nerede?” diye soruverdim. Aldığım cevap: “Asmalıbahçe’de Uğurlu caddesinin üstünde” idi. Tamam diyerek telefonu kapattım fakat üzerime birden büyük bir yük bindi sanki. İçim acıdı, üzüldüm ve şaşkınlık hissettim. Ayrıca başım da çok ağrıyordu.

Üzerime elime geçenleri hemen giydim. Sonra kendimi evimin kapısını kilitlerken buldum. Genellikle kapımı kilitlemezdim, zaten çalınabilecek bir şey de yoktu içeride ama kilitlemiştim. Merdivenlerden hiçbir şey düşünmeden indim ve apartmanın kapısını açarak dışarı çıktım, kapı önünde bir süre duraksadım. Gecenin soğuğu öyle vurdu ki yüzüme, üzerimde insanların beni arkamdan vurmasıyla aynı etkiyi yarattı, kendime gelmemi sağladı. Yavaş adımlarla yürümeye başladım, hala alkolün etkisindeydim ve baş ağrımın şiddeti gittikçe artıyordu.

Bir taksi bulmak için caddeye doğru yürümeye karar verdim. Caddeye çok uzakta oturmuyordum, 5 dakikalık mesafem vardı. Bu yolu, yaklaşık son yarım saatimi anlama çabalarımla bitirdim. Caddeye çıktığımda taksinin geçmesi için beklemeye başladım. Bazen taksi bu caddeye adım attığımda çıkıverir karşıma bazen de uzun süre bekletir. Muhtemelen şuan bekleyeceğim bir müddet. Gecenin bir yarısı taksi gelir miydi acaba? Bu saatte hiç taksi beklememiştim burada. Taksi durağına mı gitsem?

Taksi durağına varmak üzereyim. 20 dakika yürüdüm ama orada beklemektense yürüyerek buraya gelmek daha cazipti benim için.

“Merhaba. Acilen bir taksiye ihtiyacım var.”

“Tabii efendim.”

Şoförlerden birisi yanıma geldi ve duraktan birlikte çıktık. Şoför en öndeki taksinin kapı kilitlerini elindeki anahtarın tek tuşuyla açarak: “Buyurun” dedi. Araca bindim. Şoförde bindi ve aracı çalıştırdı. Kısa süre gittik ve bana dönerek: “Nereye efendim?” diye sordu. “Meira Hastanesi. Hızlı olalım biraz.” diye yanıtladım. Taksici bir hışımla önüne dönerek hızını artırmaya başladı. Hala tam olarak kendime gelememiştim. Telefonu elime aldım ve saatin 4 olduğunu gördüm. O sırada diğer arkadaşlara da haber vermem gerektiğini hatırladım. Murat’ ı aramalıydım. O diğer herkese haber verir zaten.

Telefonumun rehberinden Murat’ın numarasına bakarken şoföre: “Hastaneye gitmeden önce Gümüşköy’ den bir arkadaşımı alacağız, sahil yolundan.” dedim. “Tabii efendim” cevabını aldıktan sonra Murat’ı birkaç kez aradım. Telefonda “Alo” sesini duyduktan sonra: “Murat! Okan’ı hastaneye kaldırmışlar. Ben taksideyim şimdi seni almaya geliyorum.” Dedim. “Tamam” dedi. Sonra telefonu kapattım. Sanırım Murat’ın Çinlisi de ben oldum.

Sahil yoluna girdiğimizde şoföre biraz yavaş gitmesini rica ettim. Şimdi yolda taksiyle yavaşça ilerliyoruz. Murat’ ı gördüğümde şoföre durmasını söyledim. Murat hemen taksiye binerek: “Ne olmuş Okan’a?” diye sordu. Cevabım: “Bilmiyorum” oldu.
Kısa bir sessizlikten sonra Murat tedirginliğini en içten şekilde ifade etti:

“Umarım Okan’ın önemli bir şeyi yoktur.”

“İyi düşünelim iyi olsun kardeşim. Beyhude üzülmeyelim şimdi.” Ben de tedirgindim fakat soğukkanlı olmalıyım. Sonuçta birinin bunu yapması gerekiyor.

Murat’ ı aldıktan sonra yarım saat taksiyle yolculuk yaptık. Her geçen dakika, Murat ve beni iyice geriyor. Bu sebeple şoföre dönerek ne kadar yolumuzun kaldığını sordum. Şoför: “10 dakikaya hastanedeyiz” diyerek aracın hızını biraz daha artırdı. O sırada Bekirpaşa Viyadüğü yazılı tabelayı gördüm. Hemen ardından diğer yoldan çok süratli bir aracın başka bir araca çarptığını, hızlı olan aracın bizim yolumuza takla atarak girdiğini, bize doğru geldiğini gördüm. Şoför büyük bir korkuyla frene asıldı fakat fayda etmedi. Şiddetli bir çarpışma sesini işittim ve taksi kontrolden çıktı, bariyerlere çarptı, bariyerler aracı durduracak güce sahip değildi. Aracımız bariyerleri adeta ezerek geçti ve ardından viyadükten aşağıya doğru düşüğümüzü gördüm. Tanımlayamayacağım bir korku içindeyim. Tekrar bir çarpma sesi işittim, ardından birkaç taklayla birlikte derenin kenarındaki ağaca çarparak araç durdu. Başım yaralanmıştı ve kanlar boynumdan göğsüme doğru akıyordu. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ne yapmam gerekiyor? Hareket edemiyorum, sanırım sıkıştım.

“Murat! Şoför Bey! Hey! İyi misiniz? Ses verin.” Sesleri çıkmıyor. Telefonumu çıkarmalıyım. Ah! Kolum. Hareket ettiremiyorum. Allah’ım yardım et bize. ”Murat! Duymuyor musunuz? Ses verin bana. Hey!”

Çabalıyorum ama bir türlü hareket edemiyorum. Sıkışmasaydım çıkabilirdim belki araçtan. Murat ile şoförü de çıkartırdım. Ambulans sesi mi bu? Evet, ambulans sesi, uzun süre geçti sanırım kazayı yapalı. Bir an önce gelip kurtarsalar bizi. Hastaneye giderken her dakika saatler gibi geliyordu, şimdiyse her dakika saniyeymiş gibi. Sanırım, insanın; hiç bitmesin dediği anlarda zaman çabuk geçiyor. Hayatımın bitmesini istemiyorum. Çok yorgun hissediyorum kendimi. Gözlerim kapanıyor. Acaba hastaneye kadar gidebilir miyim? Belki de hastanede açabilirim gözlerimi...


Nevmit Balıkçı

 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı