HAFTANIN KİTABI


 

Nobel Edebiyat Ödüllü yazar John Steinbeck, Ay Battı romanıyla Nazi işgali altındaki ülkelerde direnişin simgesi haline gelmiştir. İşgale uğrayan küçük kasabının zamanla direnişin merkezi haline geldiğini ve işgalcilerin psikolijik durumlarını bu muhteşem romanından gözler önüne seren Steinbeck, asıl tutsağın kasaba halkı değil işgalciler olduğunu okuyucularına aktarmıştır.

   Divit Atölyesi Baş Üstü Romanı Ay Battı'dan bir alıntı yaparak bu simge romanı okumanızı tavsiye eder...

  “Özgür insanlar savaş çıkaramazlar ama savaş çıkmıssa, yenilseler bile savaşa devam ederler. Bu yüzden küçük çatışmaları sürü zihniyetli halklar, savaşları da özgür insanlar kazanır.”


İNSANLAR KUŞ OLUP UÇAR MI?


      

  Gökyüzüne her baktığınızda gördüğünüz, görmediğinizde ise arzuladığınız benim. Balkonunuzun demirlerine ayaklarımı koyduğumda, pencerenin arkasında soğuk kış günü izlediğiniz o canlıyım.


   Geçenlerde yaşlı bir teyzenin balkonuna usulca kondum. Üst komşunun sofrasından serpilen ekmek kırıntıları idi yerde duranlar. Karnımı doyurmak için yeterliydi. Zamanla alışkanlık yaptı o balkon bende.Kanatlarım hep o yöne çırptı kendini.Dikkatlice süzdüm evin en büyük odasını.İçeride saçlarının beyazı, kızıllığı ile karışmış bir teyze duruyordu. Evlendiği yıllardan kalma bir koltuğun üstünde, başını yukarı doğru kaldırmış duvardaki resimlere bakıyordu. Resimlerden anladığım kadarıyla teyzenin oğulları onlar. Hık demiş burnundan düşmüş çocuklar. Bir de bıyıkları ile cümle aleme meydan okuyan yaşlı bir amcanın resmi. Kocasıdır kocası eminim .Yoksa böyle aşk ile bakmazdı ona.Pala bıyıklı amcamız yıllar önce göç eylemiş olmalı buralardan. Cam kenarında yağmur damlalarını tek başına izliyordu yaşlı teyzemiz.Anlaşılan kocasıyla ve çocuklarıyla geçirdiği günleri yad ediyordu. Elinde çayı, sırtında hırkası, iplikli gözlüğü ile  o soğuk kış günlerinde geçmişin yazlarını hayal ediyordu.



    Alışkanlık yaptı teyzenin balkonu. Ne ben onu bıraktım, ne o beni bırakabildi. Ben onu dinledim, o beni izledi. Başkasına benzemiyordu. Üzerine sıçtığım zaman gidip piyango bileti alanlardan değildi o. Beni dostu bildi, bende onu. Bazı insanlar için kuşların umut kaynağı olduğunu bilirdim ama nereden bileyim yolunu beklediği insanları kuşa benzetip, beni o denli seveceğini. Balkonuna hergün konduğum için  bana ait bir kap oluşturdu, barınak yaptı. İsminide öğrendin. “Özledin mi Neriman Teyzeni?” diyordu bana. Suyum-ekmeğim Neriman teyzenin balkonunda dururdu öylece. Ben kana kana içerdim, o ise doya doya seyrederdi beni. Cankurtaranda, müstakil evinde tek başına yaşayan Neriman teyzenin evi  Sirkeci-Haliç-Eminönü derken hep son durağım oldu….



    Oğullarının ikisi yurt dışında biri de Ankara’da eşi ve üç yaşındaki oğluyla yaşıyordu. “Bir kuş olup uçasım var tıpkı senin gibi,” derdi içini çeke çeke, kirpikleri ıslanarak. Kanatlarımı veresim gelirdi o öyle deyince. Günler geçti aramızdaki bağ gittikçe kuvvetlendi. Sonra beni okşamasına izin verdim. Başıma dokunsun…



      Oğullarından biri hayırsızmış onun dediğine göre. Gelinini hiç mi hiç sevmiyor. Kız, kaynana istemiyormuş evinde. Neriman teyze başka kadınlara benzemez gelin hanım. Ben çok evin balkonuna kondum bu Sirkeci-Halkalı tren hattında. Ne çok kaynana gördüm nemrut gibi. Gelinine kök söktüren, illahlah ettiren...  Ama bu kadın pamuk gibi pamuk.  İnsan nasıl istemez ki Neriman Teyzeyi. En çokta hayırsız oğlunu özlüyordu, en çok ona kızdığı gibi. Torunu da burnunda tütüyordu. ‘’Bu kız oğlumu elimden aldı,’’ deyip duruyordu.“Dokuz ay karnında taşı,el kızı yüzünden öz oğlunun evine gireme. Olacak şey mi?’’diyordu. Dinledim, dinledim, sadece dinledim. Neriman’ım da izledi beni. Bana bu kadar umutla bakması, baktığında yolunu gözlediği insanları görmesi, kanatlarımı çırpmama neden oluyordu. “Bu 2 ayaklı yürüyen canlılara, insanlara güven olmaz,” diyordum önceleri. Neriman’ımdan sonra vazgeçtim bu düşüncemden. İnsanlardan neler çektiğimizi bir bilseniz… Gökyüzünün dili olsa da konuşsa benim gibi. Anlatır size neler çektiğimizi. Gökyüzü bizimdi ama insanların gökyüzünü nasıl çaldığını bir görseniz...

    Pazar günü alışkanlık yaptığım Neriman teyzenin balkonuna kondum. Ne suyum var, ne ekmeğim. Keskin gözlerimle baktım içeriye ne Neriman’ım var ne  de bir hareketlilik. Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe derken ne Neriman’ımı görebildim ne de evde daha önceleri olan hareketliliği. Cuma günü ise diğer günlerden farklıydı. Perdeler açılmıştı. Genç bir kız elinde tepsi ile  koltukta ağlamaklı oturanlara bir şeyler dağıtmaktaydı. Neriman’ımın üç oğlu, gelini, akrabaları içerdeydi. Torunu koşuyordu. Neriman’dan haber beklemekte kararlıydım. Tüm gün bekledim ve sonunda oğlu balkonda telefonla konuşurken duydum. Neriman’ıma geldiğim son günün akşamı , bana kuş olmak istediğini söylediği o gün hakka yürümüş. Şimdi ise nerede olduğunu öğrendim. En iyisi Karacaahmet’e kanat çırpayım, orada arayayım Neriman’ımı. Artık balkonunda değil mezar taşında dertleşeceğim onunla. İnsanlar kuş olup uçar mı bilemem  ama sevdiklerini kuş gibi beklemeyeceklerinden eminim.


Çivi Kemal



EYLÜL YAĞMURU

                            

Eylül sonlarıydı. İşten yorgun argın eve gelmiş ve hemen kanepeye uzanmıştım. Orada uyuyakalmışım. Uyandığımda boynum tutulmuş ve her tarafım ağrıyordu, ayaklarım uyuşmuştu. Canımın sıkıldığını hissetmiştim. Saat 9 civarıydı ve hava çoktan kararmıştı. Dışarıyı gözetlemek için yattığım yerden kalkarak balkona doğru yöneldim. Çam ağacından yapılmış balkon kapısının oldukça üşümüş demir koluna bastırarak kapıyı dışarıya doğru itekledim.  O sırada insanı ürperten hafiften bir rüzgâr ve ona eşlik eden eylül yağmurunu hissettim. Bu havaları, beni hep derin düşüncelerin ortasına atıp orada dakikalarca, hatta saatlerce oyaladığı için çok seviyorum. Bana tanımlayamadığım ilginç duygular ve ilginç hazlar yaşatabiliyor. Yine havanın etkisinde düşüncelere dalmak üzereyken birkaç gencin kahkahalarıyla irkildim. Konuşmalarına kulak kesmiştim. Sanırım sinemadan çıkmışlardı ve bir komedi filmi seyretmişlerdi. Birbirlerine filmdeki sahneleri ve esprileri söyleyip tekrar tekrar gülüyorlardı. O sırada sokaktan geçen diğer insanları fark ettim. Hepsi birbirine benziyordu. İçlerinden birisi ilgimi çekmişti. Sanırım mavi üzerine bordo çizgili fötr şapkası ve elinde bir şemsiyesi vardı. Upuzun saçları sanki eylül yağmuru ve rüzgârın, birlikte yönettiği bir müzikalde başroldeydi. Bir müddet onu seyrettim.

Balkonumda üzerinde Camel paketi, şekli kaplumbağayı andıran bir çakmak ve bir küllük bulunan küçücük masamın yanındaki gürgen sandalyemde oturuyorum. Rengini çok sevdiğim Camel paketinden bir sigara çıkarttım ve yaktım. Lambaların aydınlattığı sokağı seyretmeye devam ettim. Sokak adeta sırılsıklam âşık olmuştu eylül yağmuruna. O an dışarı çıkmak yağmuru ve rüzgârı daha iyi hissetmek istedim. Hem bir kafede çay içer, can sıkıntımı geçirebilirdim. Sigaramı söndürüp hazırlanmak için içeriye girdim.

Her adımımda şapır şapır sesler çıkartarak sarı lambaların aydınlattığı Arnavut kaldırımlı samimi görüntüsü olduğunu düşündüğüm Küçükbey sokağında yürüyorum. Bir yandan her iki yanımda farklı konsepteki dükkânlara bakınıyorum; bir yandan da yağmur, rüzgâr ve adımlarımın çıkardığı müthiş müzik şölenini dinliyorum. Yağmur iyiden iyiye ıslattı beni. Kaşlarımdan, yanaklarımdan, şakalarımdan ve dudağımın kenarlarından süzülen damlacıklar çenemde birleşerek Arnavut kaldırımlarına damlıyor. Üzerime siyah yağmurluğumu giydim fakat eylül yağmurunu daha iyi hissedebilmek için başımı örtmedim. Hem rüzgârın hafif uzun saçlarımı dalgalandırmasından da çok hoşlanıyordum.

Gökkuşağı sokağındayım. Bu sokaktaki yolda farklı büyüklükteki taşlar hiç de geometrik olmayacak şekilde tasarlanmış. Sanırım adını sokakta bulunan farklı renklerdeki mağaza, dükkân, kafe tabelaları; sokağı aydınlatan iki bina arasına çekilmiş peş peşe dizili iplerden sarkan şemsiye, ay, yaprak, ayakkabı, bal kabağı vb. şekillerdeki lambalardan almış. Bu muhitte, İncirli’de en sevdiğim yer burası. Daha sokağın başındayım ve sokağın sonundaki en sevdiğim kafe olan Yeşil kafede bir çay içmeye karar verdim. Etrafıma bakınarak yürümeye devam ettim. El Sanatları ve Hediyelik Eşya Mağazası’nın önünde Mağazanın sahibi Kader Hanım ile birlikte sohbet eden Eda ve Ahmet’i gördüm. Eda kumral 1.70 boylarında son sınıf iktisat öğrencisi, Ahmet ise 1.80 boylarında esmer ve karşı apartmanda üst katta oturan, bizim sokakta küçük ve sempatik bir DVD dükkânı olan samimiyetine inandığım, hem okuldan arkadaşım hem de komşum. İkisini birbirine çok yakıştırıyorum. Gerçekten birbirlerini tamamlayan uyumlu çiftler. Kader Hanım 40 yaşlarında, esmer, gözlüklü, kültürel anlamda çok donanımlı ve kitaplarla iyi dost olan çok sevdiğimiz Gökkuşağı Sokağı esnafıdır. Sohbete katılmak için yanlarına doğru yürüdüm. Beni fark ettiler ve Ahmet bana doğru dönerek ve gülümseyerek: “Hoş geldin kardeşim. Nasılsın?”, Eda: “Hoş geldin Kürşad”, Kader Hanım: “Naber delikanlı” dediler. “Hoş bulduk. Nasılsınız? Ne yapıyorsunuz?” dedim. Sohbet ettiklerini biliyorum ama neden “Ne yapıyorsunuz?” diye sorduğuma anlam verememenin ve keşke “ne konuşuyorsunuz” dememiş olmamın pişmanlığını kısa bir süreliğine yaşarken Kader Hanımın ne söylediğini anlayamadım; fakat hiç bozuntuya vermeden evde canımın sıkıldığını bu yüzden dışarı çıktığımı ve sonra Yeşil kafede çay içip müzik dinlemeye karar verdiğimi söyledim. Ahmet ve Eda’ ya, onlara çay ısmarlayabileceğimi söyleyip bana katılmak isteyip istemediklerini sorarak, tek başıma oturmaktansa Yeşil Kafede birlikte sohbet etmenin daha iyi olacağını söyledim. Beni kırmayıp ikisi birden aynı anda: “Evet, olabilir.” dedi. Daha sonra Kader Hanıma dönerek: “Görüşmek üzere.” deyip kafeye doğru yürümeye başladık. Ahmet ve Eda yol boyunca bazen kendi aralarında bazen de benimle konuştular. Yeşil Kafe yaklaşık 250 metre ilerde. Ahmet ile Eda kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Merve’yi anımsadım. Yeşil Kafe’de beraber çok vakit geçirmiştik. Kafedeki her anımızı hatırlıyorum ve hatırladıkça bir burukluk hissediyorum. O, şimdi çok uzaklarda ve ben sürekli anımsıyorum onu. O zamanlar çok sevmiştim, sanırım hala seviyorum. Hatırlıyorum, kafede yemek yerdik onunla. Severdi kafenin yemeklerini.

Dört katlı Yeşil Kafemizin üçüncü katına çıktık ve Gökkuşağı Sokağı manzaralı masamıza oturduk. Yeşil Kafe eski bir binada ve duvarlar takoz tuğladan. Benim oturduğum bambu sandalyenin sağında manzaramız, karşısında ve arkasında duvar, solunda ise diğer masalar, sandalyeler ve bir kitaplık var. Karşımdaki duvarda tek bildiğim Van Gogh’un Gece Kafesi tablosunun bir imitasyonu var, tam arkamda ki duvarda biraz yukarıda, muhtemelen ceviz ağacından, içerisinde muhtemelen oyma sanatıyla yapılmış güneş timsalli altıgen bir tablo var. Hemen altında lüks evlerin bahçe duvarları üzerine konulan ucu sivri demir parmaklıklar ve bu parmaklıklar arasında sarı renkte lambalar var. Kafenin tavanın da sabit bir ölçü kullanmaksızın bir duvardan diğer duvara uzanan tahtalar var ve bu tahtalar arasına farklı renklerde aydınlatma açısından pekte etkili olmayan küçük lambalarla sarı renkte kafeyi aydınlatan lambalar yer alıyor. Sol tarafımda kafenin üçüncü duvarının olduğu yerde her katta olduğu gibi bir kitaplık ve önünde iki adet sallanan bambu sandalye ile iki sandalyenin ortasında bir masa ve üzerinde bir kitap… 

Garson, Cat Stevens’ ın "Wild World” şarkısı eşliğinde siparişleri almak için yanımıza geldi. “Oh baby baby it’s a wild world” diye mırıldandıktan sonra yiyecek bir şeyler istedim. Ahmet: “Ben bir Filtre Kahve alabilir miyim?”, Eda: “ Bende Karamelli Macchiato” dedi. Ahmet bana dönerek:

“Neden yiyecek bir şeyler istedin? Aç mısın?”
“Biraz”
“Sen bu saate kadar aç kalmazdın. Yemek yemedin mi?”  
“Bugün işte çok yoruldum. Yemek saatinden önce kanepede uzanırken uyuyakalmışım.”
Eda: “Sen ne iş yapıyorsun?”
“Navy Design adında bir dükkânım var. Grafik tasarım, iç mimari, dekorasyon,  her türlü organizasyon işleri vesaire…” 
“Zevkli bir işin var. Çalışırken sıkılmazsın.”
Ahmet: “Hey! Benim dükkânımın da dekorasyonunu yapsana. Güzel şeyler planlıyorum.”
“Planından bahsetsene bana biraz.”
“Dükkânımın yanındaki boş dükkânı da almayı planlıyorum.” dedi ve kısa bir soluk aldıktan sonra gülümseyerek devam etti: “ Biliyorsun film DVD’leri, müzik DVD’leri, CD’leri, kasetleri, plakları satıyorum. Bunların yanında kitap, poster gibi şeylerde satmak istiyorum.”
“Biraz daha sanatsal bir şeyler yapabiliriz istersen.”
“Tam da onu istiyorum Kürşad. Lafı ağzımdan aldın.”
Eda: “Birlikte düşündük bunları.”
“Güzel bir dekorasyon yaparız hep birlikte. Bir ekip çalışması gerçekten güzel ve zevkli olur.”
Eda: “Hemen yarın başlayalım. Sabırsızlanıyorum bunun için.”
Ahmet, Eda’ya dönerek: “Daha dükkânı almadım. Yarın başlayamayız.”

Onlara karşı gülümsedim. Garson siparişleri getirdi. Eda kahvesinden bir yudum alıp Ahmet’e bir an önce dükkânı alması gerektiğini söyledi ve kendi aralarında fikir alışverişinde bulunmaya başladılar. Çok heyecanlıydılar. Ben onlardan müsaade alarak lavaboya gittim. Elimi yıkadım ve yüzüme su çaldım. Yanlarına dönerken Yeşil Kafenin kitaplığında bir kitaba gözüm ilişti. Kitap “Şairin Romanı” idi. Kitabı elime aldım, biraz göz gezdirdim ve arkadaşlarımın yanına gittim. Onlar kendi aralarında heyecanlı şekilde planlarından bahsediyorlardı. Ben konuşmalarına hiç müdahil olmadım. Biraz kitapla ilgilendikten sonra onlardan müsaade isteyerek yanlarından ayrıldım. Kafeden çıkarken kafemizin sahibi kumral, renkli gözlü abimize kitabı ödünç alıp alamayacağımı sordum.

“Tabii ki de alabilirsin.” Yanıtı beni mutlu etti. Kendisine teşekkür ettikten sonra kafeden ayrılarak evime doğru yürüdüm.

Şimdi Küçükbey Sokağındayım. Şapır şapır yürüyorum yine. Rüzgâr hala devam ediyor fakat yağmur dinmek üzere ve ben sırılsıklam olmuşum. Ah! Eylül Yağmuru, ben sana sırılsıklam aşığım.


Nevmit Balıkçı

BADEM



     Bugün, diğerlerinden farkı anlaşılmayacak derecede sıradan bir gün. Yine kalorifer peteğinin yanına uzanmış, bir uyuyup bir uyanıyorum. Dışarısı ayaz, tipi, soğuk… En azından, sabah pencereden dışarıyı gözetlediğimde, meteoroloji tanrıları o izlenimi yarattı bende. Rengini çok sevdiğim, ama sürekli abur cubur doldurarak zamanla kirlettiğim bordo koltuğun üzerine çıkıp, pencereden dışarıyı izlemeye bayılıyorum. Yazlarıysa ne kalorifer yanında uyuma ne de pencereden etrafı gözetleme keyfi kalıyor bende. Sanmayın ki üzülüyorum, benim asıl mevsimim yazdır. Yazın, günü sabah-akşam evin bahçesinde geçiririm. Koklaya koklaya, santim santim dolaştığım avlunun her bucağını iyi bilirim. Toprağa emanet ettiğim çok şeyim var. Severim toprağı, çok yaman ama bir o kadar da itimatlıdır. Gözüm kapalı veririm her şeyimi, zamanı geldiğindeyse geri alırım sapa sağlam.


   ‘’Badem, oğlum nerdesin? Koş oğlum! Badem, Badem?’’


    İşte içime huzur katan o ses! Harun işten döndüğüne göre, yine uyuya uyuya akşam ettiğimin farkına varıyorum. Koşuyorum kapıya doğru, kuyruğumu olabildiğince hızlı sallıyorum. Eğilerek boylarımızı eşitliyor, kafamı okşuyor, badem rengi tüylerimde gezdiriyor ellerini… Bayılıyorum bu oğlana, beni hiç ihmal etmiyor. Geçen sene eve kafes içinde kuş getirdiğinde fena kızmıştım; ama yüreğinde nasıl bir sevgi varsa benden eksiltmeden Maviş’e arttırmasını başardı. Sonradan anladım ki iş arkadaşının yurt dışı gezisine çıktığı dönem için, bakmasını rica ettiği kuşmuş Maviş. Ona da gözü gibi bakmış, hırladığım zamanlar aramızı yapmıştı.
Odaya girer girmez mamamı alıp dolduruyor kabıma. Bana sorsa bu tadı belirsiz gevrek işlerinden çoktan bıktım. Bir keresinde mutfağa girip kendisinin hazırladığı bir mama vardı ki sormayın; pirinç lapasıdır, tavuk suyudur, sebze haşlamasıdır hepsini karıştırıp bulamaç halinde önüme sunmuştu. Eğer bir gurme olsaydım çok başarılı olduğunu söylerdim ona; fakat ne bir gurmeyim, ne de konuşabilme yeteneğim var. O günden sonra bu gevrek bozuntularını daha bir sevmedim. Fakat yine de onu anlıyorum, işleri yoğun ve pratik olması şart. Dergiye hazırlayacağı yazı için geceyi sabah ettiği ve çoğu sabah erkenden çıktığı araştırma dolu günler hiç de az değil. En iyisi daha fazla huysuzlanmamalı ve önümdekini güzelce yemeliyim. Ne de olsa derin bir sadakat nehri var içimde ona doğru akan. Gereksiz serzenişlere girmemeli ve böyle bir durum için onu kötülememeliyim diyorum. Hiç unutmam, bir gün eve gelen arkadaşı, William Ralph Inge adında birinin ‘’Eğer hayvanların dini olsaydı, hiç şüphesiz şeytanı insan şeklinde hayal ederlerdi,’’ dediğini söylemişti Harun’a. O adam her kimse katılmadığımı belirttim gözlerine bakarak. Anlamış olmalı ki arkadaşına dönüp ‘’Badem benim dostum, dostlar birbirine baktıklarında şeytan nedir bilmez,’’ demişti. Sözün etkisi kuyruğuma vurmuş olmalı ki, kontrolsüz hareket eden kuyruğum pervane olup beni uçuracak sanmıştım.

  
    Bilgisayarını alıp yüzüme bakıyor ‘’Badem bey, işin sırrını bir Murat Menteş kelamında buldum: Soru, muhatabı şoke etmeli; cevapsa soruyu yok etmelidir,’’ diyor gözlerini açıp. Acaba tüm yazarlar mı deli diye düşünüyorum.  Anlamadığım işler bunlar. Bir şeyler karalayıp onla mutlu oluyor, onla kederleniyor; hatta tam tersini düşündüğümüzde, mutluluk ve kederlerinde bir şeyler karalamayı çok iyi beceriyorlardı bana göre. ‘’Önemli olan insan ruhunu kağıda dökebilmektir,’’ diyor içimden geçenleri sezmişçesine. ‘’Yazar dediğin önce psikanalist olacak, insan halinden anlayacak!’’. Ben insanı çok iyi tanıyorum diyorum. 14 bin yıldır evcil yaşayan türümün, genetiğimde bıraktığı bir yeti midir bilmiyorum. Ama seni çok iyi tanıyorum, türünüzü patimin içi gibi biliyorum diyorum ona. Düşüncelerinizin bile kokusunu alıyorum. Gün geldi Yunan mitolojisindeki Kerberos olduk Hades’in kapısında bekleyen; gün geldi korkuların ve felaketin Tanrısı Seth olduk Mısır’da. Bazen ava çıktık beraber, üzerinize gelen yabani hayvan sürüsünün içinizde yarattığı karanlık korkuyu hissettik; bazen de süs köpeği olup yaşlı kadınlara sahte şirinlikler kattık. Eğer mesele insan ruhunu çözebilmekse verin bana kağıdı kalemi, sizi size anlatayım diyorum uluyarak. O anda kapı çalıyor. Gelen İrem, dergiden; Harun’un bu eve getirdiği kızların içinde kokusu en güzel olanı. Hemen sırnaşıp tatlılıklar yapmaya koyuluyorum yanına gidip. Beni özlemiş, koca kafamı iki avcuna sığdırıp yüzünü belli belirsiz şekle sokuyor beni severken. Oturup gün içinde neler yaptıklarını birbirlerine anlattıktan sonra ayrı odaya geçiyorlar, gidip kıvrılıyorum yine peteğin yanına.  Uyandığımda bizim aşık ne yaptı diye meraklanıyorum. Usulca koridorda ilerlerken Jane Birkin ile Serge Gainsbourg’un birlikte seslendirdiği ‘’Je T’aime’’ şarkısını duyuyorum. Anlıyorum ki bizimkilerin nefesi birbirlerinin bedeninde yankılanıyor. Çünkü Harun’un romantizm şarkısıdır bu, çok iyi biliyorum. Aşk yuvalarında şehvetleriyle baş başa bırakıyorum kumruları ve gecenin sessizliğini duyabileceğim bir yer arıyorum evin içinde.


    Sabah olduğunda ikisini de hiçbir odada bulamıyorum. Gidip bordo koltuğun tepesinden dışarıya bakıyorum. Gece kar yağmış. Yollar, üzerinden geçen insanların ayakkabı numaralarını ele veriyor. Dönüp tekrar evin içini turladığımda Harun’un masada bıraktığı kitapları görüyorum. ‘’İyi Bir Yazar Nasıl Olunur?’’ yazıyor birinde, diğerinde ‘’Okuru Etkilemenin 100 Yolu’’. Belli belirsiz boşlukta görüyorum onu bu kitaplara bakarken. Düşünüyorum, daha iyi bir sahibim olamazdı bu dünyada. Eğer biz hayvanlar için bir din olsaydı, Harun’u melek olarak hayal ederdim diyorum kendi kendime. Ama gönül verdiği bu yazarlık yolunda boş işlerle uğraştığını hissediyorum. Eğer bu eve gelip giden onca kişiden duyup sorguladığım küçücük bir şey varsa ve insanları az buçuk tanıyorsam, iyi bir yazar olmanın başka bir yazarın kurallarından geçemeyeceğini savunuyorum. Onun için bir şeyler yapma sorumluluğu biniyor küçük omuzlarıma. Salona doğru ilerlerken karar veriyorum. Beni anlar mı bilmiyorum; ama akşam olup o kapıdan içeriye girdiğinde aradığı nasihatı ona ben vereceğim: ‘’Eğer iyi bir yazar olmak istiyorsan, insanları bir köpekten daha iyi tanımalısın.’’ 


Mübaşir

 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı