Monolog




Telefonu kapatıyorum.

Yeliz, tedirgin biçimde bana bakıyor. Kendimi daha rahat hissediyorum. Aksine sokak sakinleri, kendi rahatlarının kaçtığını belli eder bir tavırla, gözlerini açmış beni süzüyor. Pencerelerde beliriveren insanları fark ediyorum karşıdaki apartmanda. Restoranların terasından kafasını merakla sarkıtanlar, tiyatro sahnesine çıkmış bir oyuncuymuşum gibi hissettiriyor beni. Onların bakışına kayıtsız kalmaya çalışıyorum. Henüz sokağa yeni girdiğimizde, kafede oturan insanların yoğun sohbet ve kahkahalarıyla çıkardığı sesin, gecenin sakinliğiyle nasıl da zıtlık yarattığını düşünürken; sokağın sonunda, geceyi kendi doğal sükûnetine kavuşturan bir peri oluveriyorum adeta. Sadece, elimde sihir çubuğu yerine telefonum var şuan. Ve periliğe bürünmemi sağlayan tek şey,  saniyeler önce koca gürültüyü bıçak gibi kesen çığlığım…

***

Son zamanlardaki buhranlı günlerim canımdan bezdirdi beni. Üç ay önce abim vefat etti. Benim için abimin değeri ne kadar büyük bilseniz, beni çok iyi anlarsınız. Belki de anlayamazsınız; çünkü o, hiçbir abiye benzemezdi.

Abimin yasını tutmuş ve dünyanın geri kalanını, kafasını toprağa gömen bir deve kuşu kadar umursamaz olmuştum. Bu durum işimi kötü etkiledi. Şirket için yıllarca didinişim, bir aylık bocalamayla çöplüğü boyladı. Zaten öyledir, şirketler harçlık veren akrabalara benzemez. Vefadan uzak, anlayıştan yoksun, tinsel gerçeklikten bihaber; kar amacına kenetlenmiş birer mitolojik canavar gibidirler. İçimde asi bir ruh barındırıyorken, bahaneler sıralayıp anlayış beklemek bana göre değildi. Şikayetlerin sıklaşmasıyla birlikte bana kapıyı gösterdiler. Hay hay, o kapıyı her gün çalışma ihtirasıyla açan bendim. Nitekim yerini iyi biliyordum. Fakat durumum bununla da kalmadı ve bundan iki hafta sonra Tolga’yla aramız bozuldu. Hemfikir olmak zordur, bunu yapabiliyorduk; ama hemhal olmak daha da zordu. Benim solgun bir çiçeği andıran dökülüşüm, Tolga’nın hiç de hoşuna gitmiyor ve bunun patolojik bir durumu doğurmasından korkuyordu. Bense hüznümü yaşamaya soyunmuştum, kafamı başka bir olaya yoramayacak kadar bitkin hissediyordum kendimi. Yıllar önce okuduğum bir kitapta Albert Camus’un ’’Bir insan söyledikleriyle olduğu kadar, bir de söylemedikleriyle insandır,’’ sözü yer alıyordu. İçimde yaşayıp dilime ulaşamayan çok şey vardı belki benim de. Ve bu içe dönük yanım, Tolga için dayanılmaz bir hal almış olmalı ki, evlerimizi ayırmanın iyi olacağını söyleyip gitti. Ne yapmam gerekiyordu, üzülmek mi? Üzülemiyordum. Tolga’nın hep benim olduğunu düşünüyordum çünkü. Evimden gitse de, dönüp gelecekti bana. Peki abim? Geriye bıraktığı tek şey aklımdan çıkmayan küçüklüğümüzdü. Ve artık, asla eskisi gibi bana sahip çıkmaya çalışamayacaktı.

***

O sokaktan ayrılıp yavaşça yürüyoruz. Kafamda sürekli son üç ayın tekrarı dönüyor. Yakın çevremizle sıkça geldiğimiz bir balıkçıya oturuyoruz Yeliz’le. Yüzüme bakıyor, buraya gelinceye dek kafamı dağıtmak için çok uğraştı. Karnımız da guruldamaya başlamışken, yarım saat önceki olayın bahane olacağını söyleyip beni buraya getirdi. Hep böyleydi, anaç tavırlarıyla huzur salardı etrafa. Akşamüzeri eve geldiğinde beni yine dışarı çıkmaya ikna eden o oldu. Şimdiyse karşımda ve yine aynı merhamet kokan tavırla siparişimizi vermeye başlıyor. Konuşmama gerek yok, o derdin devasını bilen bir ebeveyn edasıyla davranıyor. Balığın yanına bir rakı açtırıyor. Bense çantamı ve makinemi kenara yerleştiriyorum. Daha önce heves edip amatörce başladığımız fotoğraf uğraşına, Yeliz’in ısrarı sonucu devam etmeye karar vermiş ve bugün makinemi de yanımda getirmiştim. Hatta son günlerde hiç olmadığım kadar keyifli çıkmıştım evden. Olsa olsa bundan dört beş saat kadar öncesiydi. Akşamüzeri marinaya inip deklanşöre basmakla vakit geçirdik. Hava karardıktan sonra şehir içine dönüp ayaküstü sohbetimizi sürdürdük. Birkaç gece çekimi yaptıktan sonra o sokağa girip yürümeye başlamıştık. Telefonum çaldı, arayan Tolga’ydı. On gündür hiç konuşmuyor oluşumuz, ekranda onun isminin belirişiyle birlikte, yoğun bir özlem duygusu hissettirdi bana. Halbuki telefonu açtığımda onun sesinde aynı duyguya dair hiçbir titreşim yoktu. En sonunda bana ayrılmak istediğini söylemesiyle son aylarda yaşadığım tüm olumsuzlukların ağırlığı belimi kırdı, gırtlağıma vurdu ve bilinçsizce bağırdım. Ağzımdan ne çıktı hiç bilmiyorum, sadece haykırdığımı ve çığlık attığımı hatırlıyorum. Atmosfer basıncı mı artmıştı, kan mı kaybediyordum;  söylediklerini dinlerken kafam ağırlaşmış, göğsümde gittikçe büyüyen bir sızıyla, birden patlamıştım. Nerede olduğumun bir önemi yoktu, çevredekilerin anlam aramaya çalışır bakışları benim anlamsızlaşmaya başlayan bedenimden geri sekiyordu. Bütün kaslarımın sonuna kadar kasıldığını hissederek bağırmış ve telefonu kapadıktan sonra rahatlamıştım. Ağlıyordum evet; ama alışmıştım belki de. ‘’Benim’’ dediklerimin gidişi, açılışını sert bir aparkatla yapmıştı ve Tolga'yla ayrılışımız, okkalı bir tokattan fazlasını hissettiremiyordu bedenimde.

Şimdi bu küçük balıkçıda, Yeliz’le ilerleyen dertleşmemiz sonucunda alkol yavaş yavaş kanıma karışıp, damarlarımda fink atmaya başlıyor. Biran, bu saatte kız başıma oturmuş demleniyor olmanın da, doğal bir gecenin siluetine aykırı olduğunu düşünüyorum. Yalnız, geceyi doğallığına büründüren saatler önceki periliğimden eser kalmadığını hissediyorum şuan. Bedenim git gide uyuşuyor; fakat ruhumun alarmını kurmuş bekliyorum. Zihnim, derinlikler arasında mahsur kalmış zavallı bir adam gibi küçük bir gün ışığına tutunuyor. Belki de Gülten Akın’ın söylediklerini hayatımda ilk kez gerçekleştiriyorum. Ve durup ince şeyleri anlamaya bırakıyorum kendimi.  Ne kadar ayıp etmişiz oysaki, ne çok çarçur etmişiz zamanı. Küçük şeyler için, minik zamanlar yaratmaktan aciz kalmışız. Kadehimden bir yudum alıp kendimi düşüncelere bırakıyorum. Siz de bırakın kendinizi, bir düşünün…

Örneğin,
Daha önce, fırından yeni çıkmış bir kekin kokusunu özlediğiniz oldu mu? Sahaftan aldığınız eski bir kitabı elinizde dağılıp kalmasın diye uğraşarak okumayı denediniz mi mesela? Yaşlı biriyle konuşmayı aramadınız mı hiç sıkıntılı anlarınızda? Yahut, küçük bir çocuğun ağzından yalan yanlış çıkan sözleri dinlemeyi istemediniz mi? Birisi tarafından korunmanın huzurunu ve birini koruma sorumluluğun verdiği cesareti hissedeli ne kadar oldu? Bir şiiri bağıra çağıra okumayı, hem de öyle birileri duysun diye değil; sırf o şiiri içinizde delice hissettiğiniz için okumayı hiç mi arzulamadınız?

Eğer bunları kendinize uzak görüyorsanız; yahut atıyorum, yanı başınıza bir serçe kondu diye bile sevinmeyi hiç becerememişseniz mesela, ruhunuz uyuyor sizin. Tıpkı benimki gibi… Uyuyan bir ruhla başa çıkması zordur, farkına varıyorum bunun. Yeliz’e bakıp kaldırıyorum son kadehimi. Aklım buğulanıyor, gözlerim doluyor. Yıllar önce yaptığımız gibi, abimle kaydırakta kaymayı özlüyorum. Çığlığımı bu sefer ruhuma yönelttim;

Ruhumu uyandırmaya çağırıyorum…

Mübaşir



Ayaklarım Uyuşmaya Başladı

                          
                               
      Ne zaman çekip gitmek isteseniz , koşa koşa yanınıza gelip “Gitme,” diyen birilerini beklersiniz aslında. Ne yalan söyleyeyim bende bekledim ama birilerini değil sadece birini bekledim. O da gelmeyince bu şehirde durmam için bir nedenim kalmadı.

   “Arkama bakmadan gittim dememi,” bekleyeceksin belki. Arkama çok baktım. Bana yetişsin diye yavaş yavaş yürüdüm. Kimse seslenmedi arkamdan .Sokaklar bomboştu. Umudumu kaybetmedim yinede. İstanbul’a “Hadi eyvallah” dediğim ana kadar sevdiğim kadını bekledim ama ne kokusunu aldım giderken, ne de sesini duydum. Bir tek hüsn-ü cemali kaldı aklımda. Şimdi sana bu kalabalık şehrin içinde kadınımı nasıl bulduğumu, tanıdığımı anlatacağım.

   Tıpkı “şarabın bulunuşu” gibi buldum onu. Nasıl yani diyeceksin ? Önce şarabın bulunuşunu sonra onu nasıl bulduğumu anlatayım. Şarabın bulunuşuyla ilgili birçok rivayet vardır. Cem ve Dionisos ile ilgili olanlarsa en çok aklımda kalanlar... Yalnız Cem ile ilgili olan rivayet zihnimin bir köşesinde sürekli durur. Tanıdık gelir o hikaye. Benim sevdiğimi keşfim, Cem’in şarabı keşfetmesi gibiydi. Anlatayım.

    Cem’in sarayında, acı üzüm suyu zehir zannedilirmiş. Birgün saraylı bir kadın çektiği baş ağrılarına dayanamayıp, kendini öldürmek için güneşin altında duran üzüm suyunu içmiş. Şarabı içtikten sonra ne baş ağrısı kalmış ne de sıkıntısı. Bir hafiflik ve keyif gelmiş ruhuna. Durumu öğrenen Cem üzüm suyunu eksik etmemiş sarayında ve daha sonra üzüm suyunun ünü diyar diyar dolaşmaya başlamış. Cem’in hikayesini kısa tutup kendi hikayeme geleyim.

    Annem öldükten sekiz ay sonra da babam öldü. Babam, annemin hastalığının en kötü dönemlerinde “Annene bir şey olacağına bana olsun. O ölürse bana bakan olmaz ama ben ölürsem o kendi kendine bakar,” derdi. Kas erimesi diyorlardı annemin hastalığına. Allah düşmanımın başına vermesin dediklerinden… Peki babam?  “Aşk uzaktaysa adı aşk değil, dert olur,” derdi babam. Annem bu dünyadan göçtükten sonra o da bu derde dayanamadı. Kalp krizi geçirdi. Şimdi yan yanalar , belki de el ele…

   Ölüm ve ayrılık yokluğun en yüce halidir. Her ikisi de “dert sahibi” eder insanı.  Büyük ozanları okuyunca anlıyor insan, ayrılık ile ölümün birbirinden hiçte uzakta olmadığını. “Özlemek, ölmekten iki harf fazla be çocuk,” diyor Cemal Süreya. Ben yine de direndim. Hem ölüme hem de ayrılığa alışmaya çalıştım. Kendi kendime konuşur ve “Alıştın artık oğlum,” derdim. Sabahları çayımı tek başına içmeye alıştım. Ayrılığın acısı hafifliyor zannettim. Yatağa giderken “Allah rahatlık versin,” diyecek kimselerin olmamasına da alıştım. Ölümün boşluğunu da doldurduğumu zannettim. Acıyı güneş unutturuyor sabahları ama ay her şeyi darmadağın ediyor akşamları. Onun için inanmayın siz bana. Yok böyle bir şey. Alışamıyorsunuz. Çayla falan olacak şeyler değil bunlar. İnsan kokuya alışmıştır kokuya… O da hep burnumda. Annem ve babamdan başka kimsem yok derdim. Şimdi onlarda yok. Yok yokun içine karışmış gidiyor anlayacağın.

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiydim. Annem ve babam öleli hayli zaman olmuştu ama geceleri ay yapmadığını bırakmıyordu bana. Usanmıştım. Kendime bir zehir arıyordum. Nasıl bir zehir peki ?

    Elbette gidenlerin yerini dolduracak bir zehir vardı. Buralarda bir yerlerde olmalıydı. “Bulunca ne olacak?” diye soruyorsun. Zehir etkisini gösterecek. Ayaklarım uyuşmaya başlayacak. Sonra kollarım tutmayacak. Dilim uyuşacak. Gözlerim kör olacak. Zihnim benden gidecek. Sonra da bedenim terk edecek ruhumu. Vücudumun bu zehre ihtiyacı vardı.

    Salı günüydü. Beyazıt Meydanı’nda betonların arasında yükselen ağacın altındaki bankta oturuyordum. Kafamı kaldırmıyordum.  Birileri ile yüz yüze gelmek ve selam vermek istemiyordum.  Bilge Karasu okuyordum. Yanıma birisi oturdu. Dönüp bakmadım ama saçlarının kokusu burnuma geldiğinde kafamı bir an için de olsa kaldırmak istedim. Sanırım zehrin kokusuydu bu. Kaldırdım kafamı ve sadece bir iki saniye baktım yüzüne. Gülümsedi. Tekrar indirdim başımı ve kitabıma devam ettim. Aradan beş dakika geçti ve söylenmeye başladı  kendi kendine. “Nerede kaldı bu?” dedi. Sanırım arkadaşının okuldan çıkmasını bekliyordu belki de sevgilisini… Kafam artık kitapta değildi. Banktan kalkıp kalmamak arasındaydım ki bir anda konuşmaya başladı:

       - “Pardon bir şey sorabilir miyim acaba?” dedi.

       - “ Tabiki de buyrun,” dedim.

       - “Kitabınıza bakabilir miyim ? Çok severim Bilge Karasu’yu,” dedi.

       Kitabı uzattım. “Acaba benimle konuşmak için bahane mi arıyor ?” diye sordum kendi kendime. Belki de Bilge Karasu’nun bu kitabını sahaflarda bulamamıştır diye düşündüm. Sohbeti edebiyattan açınca sevdiğimiz yazarları ve şairleri söylemeye başladık birbirimize. Şiirden bahsettik. Edip Cansevir’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinin ikimizin de en sevdiği şiir olduğuna karar verdik.  Aylardır  kimseyle bu kadar uzun konuşmamıştım. Hele edebiyattan hiç konuşmamıştım. Kitapların adları arasında kaybolduğumuz bir anda:

-   “Nerede kaldı bu kızlar?” demeye başladı.

-  “Gelirler. Acele etme,” dedim.

 Demez olaydım. Kadınımın ilk ve en önemli özelliğini öğrendim. Aceleci olmalıydı. Devam etti:

     - “ Ben gidiyorum fakültenin önüne. Bu arada memnun oldum tanıştığıma,” dedi.

     - “ Bende memnun oldum ama adınız neydi ?” diye sordum. “Pınar adım. Müsait olduğunuz bir günde edebiyat sohbetimize devam ederiz. Şimdi gitmem lazım. Notları arkadaşıma vereceğim” dedi gülümseyerek. Arkasını döndü ve telefonunu kulağına tutarak gitti. Bu en güzel gidişiydi.

    İşte zehrin vücuda ilk teması böyle oldu.


   1.Bölümün Sonu

   Çivi Kemal









Raylar Ardı






Keşke bir tren olsaydım da
Toplasaydım sevdiklerimi vagon vagon
Her istasyonda bir sevdiğimi karşılasaydım.
Eklenseydi vagonların hep yenisi
Hiç bitmeseydi sonsuz olsaydı bu yolculuk.
Raylar, gelip geçireceğim güzel yıllarım,
Kömürlerim, acılarım olsaydı.
Olsaydı da...
Gelip geçerken o yıllardan yıllara
Küllerim, hep raylarıma takılı kalsaydı.

                          
   Betül Uluçay

YAZAR KAFASI

                                                                  


Uyandığında vakit gece yarısını çoktan bulmuştu. Bilgisayar ekranı filmin bittiğini gösteren turuncu renkle kaplanmıştı. Oysa bu sabah kalktığında kendine söz vermişti, gün boyu kendini yoracak, gece 11 civarı yatağa girecek, çok yorgun olduğu için hemen uykuya dalacak, ertesi sabah dinlenmiş olarak erkenden uyanacaktı. Kaç aydır bu düzeni oturtmaya çalışıyordu. Bugün çok yaklaşmıştı. Ama işte yine film izlerken uyuyakalmış, sonra da yine gecenin bir vakti uyanıvermişti. Artık bütün gece uyuyamayacağını biliyordu. Terliklerini ayağına geçirdi, düzensizliğine bir küfür savurdu.

Yastığını düzeltti, bu kez yanına kağıt kalem de almıştı. Belki geçen geceki gibi yine rüyasında yazısını görürdü. Geçen gece rüyasında yazısını tamamladığını görmüştü. Uykuyla uyanıklık arası bir halde yatarken aklından hemen kalkıp bunu kağıda dökmesi gerektiği geçmiş ama yataktan kalkıp kağıt kalem almaya gitmek zor gelmiş, uykunun tatlı kollarına teslim olmayı seçmişti. Üşengeçliğine bir küfür savurdu.

Sadece bir günü kalmıştı. Artık yazısını teslim etmesi gerekiyordu. Öyle çaresizlik içinde kıvranırken izlediği bir filmi hatırladı, hani teslim tarihi yaklaşan kitabını yazmaya bir türlü başlayamayan, yayınevinin baskılarından bunalmışken ve aldığı avans suyunu çekmek üzereyken o mucizevi hapla tanışan ve bir anda yaratıcılığı zirve yapan o adamın hikayesinin anlatıldığı film. Öyle bir hap bulsam ne kadar ne kadar harika olurdu diye düşündü. Ağzına bir tane nane şekeri attı, hayalperestliğine bir küfür savurdu.

Yok, olmayacaktı. Oysa yazma fırsatını yakaladığında günlerce içi içine sığmamış, çocukluğundan beri düşlediği şeyi sonunda yapmaya başlayacak olmanın mutluluğuyla kendinden geçmişti. Bir dağ kulübesine kapanıp kar manzarası ve şömineden gelen çıtırtılar eşliğinde kuş tüyünü mürekkebe batırıp sayfalarda kendini kaybedene dek yazmak… Ya da penceresinin önünde uzanan huzur dolu okyanus manzarasına karşı daktilosunun başına geçip parmaklarına kramplar girene kadar durmaksızın yazmak… Kafasını kaldırıp kendi çalışma masasına baktı; üst üste binmiş binalardan gökyüzünü bile zor görebildiği boktan bir manzara, boş bir su bardağı ve tabiki izmarit dolu bir küllük. Yazmaktan ziyade yazmanın romantik olduğu fikrini seviyordu galiba. Bir sigara yaktı, romantizmine bir küfür savurdu.       

                                                                                                  Devrik Cümle

20. Yüzyılın 20 Büyük Romanı





      Colombia Üniversitesi bünyesinde yayıncılık faaliyetlerinde bulunan ''Columbia Publishing Course'', henüz milenyuma girmemişken 21 Haziran 1998'te, içinde bulundukları yüzyılın dikkate değer en önemli 20 romanını listeleyip yayınladı. Roman okumaya nereden başlamalıyım diye düşünenler için güzel bir başlangıç olacağını düşündüğümüz bu listede, atölyemizin ''Haftanın Kitabı'' olarak seçtiği Muhteşem Gatsby zirvede yer alıyor. 

     Divit Atölyesi olarak iyi okumalar diliyoruz...


1. Muhteşem Gatsby - F. Scott Fitzgerald
2. Çavdar Tarlasında Çocuklar - J.D. Salinger
3. Gazap Üzümleri - John Steinbeck
4. Bülbülü Öldürmek - Harper Lee
5. Renklerden Moru - Alice Walker
6. Ulysses - James Joyce
7. Sevilen – Toni Morrison
8. Sineklerin Tanrısı - William Golding
9. 1984 - George Orwell
10. Ses ve Öfke - William Faulkner
11. Lolita - Vladmir Nabokov
12. Fareler ve İnsanlar - John Steinbeck
13. Charlotte’un Sevgi Ağı - E.B. White
14. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi - James Joyce
15. Madde 22 - Joseph Heller
16. Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley
17. Hayvan Çiftliği - George Orwell
18. Güneş de Doğar - Ernest Hemingway
19. Döşeğimde Ölürken - William Faulkner
20. Silahlara Veda - Ernest Hemingway

Tiyatro: Ben Bertolt Brecht



Genco Erkal, yılların getirdiği birikimi sergilemeye  yeni yılda da devam ediyor! Geçtiğimiz yıl 7 ayrı oyunda 140 gösterime çıkan büyük tiyatro oyuncumuz; 12 Ocak 2014, Pazar günü saat 18:30'da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde de "Ben Bertolt Brecht'' diyecek!
Sahnelendiği günden itibaren büyük yankı uyandıran ve çeşitli ödül törenlerinde 6 ödüle layık görülen "Ben Bertolt Brecht''; dünyanın düzeni, kadının konumu ve savaş gibi konularda seyirciyi eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor. Erkal'ın,Bertolt Brecht'in şiir, şarkı ve öykülerinden uyarladığı bu müzikli kabarede de Tülay Günal, usta oyuncuyla aynı sahneyi paylaşıyor ve performansıyla göz dolduruyor.
Divit Atölyesi iyi seyirler diler...

HAFTANIN KİTABI



     T.S.Eliot: “Amerikan romanının Henry James’ten sonra attığı en büyük adım.”


   Yirminci yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından biri kabul edilen F.Scott Fitzgerald iki dünya savaşı arasındaki yitik kuşağın (Kendi deyimiyle)  bunalımlarını etkileyici bir şekilde okuyuculara aktarmıştır. Caz çağına da ışık tutan Muhteşem Gatsby romanı ilk kez 1925’te yayınlanmıştır.

   Fitzgerald, 1924 yazında  editörü  Maxwell Perkins’e  yazmış olduğu mektupta, tamamlamak üzere olduğu romana duyduğu güveni şu sözlere belirtir: “ Sanırım romanım şimdiye dek yazılmış en iyi Amerikan romanı olacak.”

   Divit Atölyesi’nde Haftanın Baş Üstü Romanı

   Muhteşem Gatsby
  
   Keyifli okumalar dileriz…

Sözcükler Dergisi 47. Sayısını Çıkardı!






Edebiyatın, insan ve toplum için yaşamsal bir gereklilik olduğunu savunan ‘’Sözcükler Dergisi’’, artık bu insani değerin farkındalığını yaşayan belki de son nesil olmamızdan dem vurarak, birbirinden değerli öykü, şiir, deneme ve anıların yer aldığı 47. sayısını çıkardı.

Bu ay, Nazım Hikmet’in 113. doğum yılı olması dolayısıyla, büyük ozanımıza dair yazı ve şiirlerin bulunduğu çalışmalara ve bunun yanında 110. doğum yılını kutladığımız büyük yazar Albert Camus hakkındaki tarihi bilgilerin bulunduğu çok özel yazılara yer veren Sözcükler Dergisi, yeni sayısıyla da okunmadan edilemeyeceğini net bir şekilde gösteriyor.


Şimdiden, yeni sayının çıkması için önümüzdeki iki ayın geçmesini sabırsızlıkla beklediğinizi biliyoruz ve Divit Atölyesi olarak, birbirinden değerli yazıların bulunduğu Ocak-Şubat sayısı için keyifli okumalar diliyoruz.

Atlas Okyanusu'nda Fırat'ın salı: Cemal Süreya

   Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü Türk Dili ve Edebiyatı Komisyonu ile Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği tarafından düzenlenen “Atlas Okyanusu’nda Fırat’ın Salı: Cemal Süreya” isimli sempozyum 8 – 9 Ocak 2014 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi’nde konuşmacıların ve edebiyat aşıklarının katılımı ile buluşuyor.

Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi

                                                

    Varlık Dergisi Ocak 2014 sayısı okuyucuları ile buluştu. Değerli yazar ve yazılarla ''söz'' dolu,  ''edebiyat'' dolu bir sayıyı okuyucularıyla buluşturan Varlık Dergisi, Şükrü Erbaş’tan Leyla Erbil'e, Necati Cumalı’dan Ahmet Telli’ye birçok yazarın dünyasını bu sayıda bir araya getirdi. Bayilerden derginizi almayı unutmayın.


   Divit Atölyesi keyifli okumalar diler.
   Okuyucularımızı edebiyat ve kültür dergilerinden haberdar etmeye çalışacağız.

 
Divit Atölyesi | Baş Üstü Edebiyatı